21 Şubat 2010 Pazar

Roma Günleri 2



İkinci Gün (05 Şubat 2010)

Kaldığımız evin pencerelerinde perde olmadığı için sıkı sıkı kapalı panjurlardan içeri giremeyen gün ışığı maalesef sabahın kör karanlığında kalkmamıza engel oluyor. Normal iş gününde insanı kahreden erken kalkış bu tip gezilerde nedense kalkamayınca kahıra dönüşüyor. Zaman kısıtlı ve en iyi şekilde kullanmak lazım. Bunun için gece gündüz demeden gezmeli ve gezemediğin zaman da oturduğun yerden olabildiğince çok gözlem yapmalısın. Sonuçta yabancı bir yerdesin ve bu farklılığı görmeye gelmişsin. E o zaman gör!

İlk günün yorgunluğu evde kendini hissettiriyor. Herkes yatakta. Saat 9’u geçiyor. Benim için çok geç olmuş. Hemen üstümü giyip atıyorum kendimi sokağa. Dün akşamdan gözüme kestiğim fırından sıcak ekmek alacağım. Gerçi dünden alınan ekmekler var ama olsun, arada bir tane de sıcak ekmek olsun.

Bir parantez açayım. İlk günün notlarında es geçmişim. Rinaşimento caddesindeki evimizin hemen karşısında ama biraz çaprazında İtalyan Senato binası mevcut. Kapıdan çıkınca evin karşısında nöbetçi polisler, aralarda makam araçları, etrafta dolaşan Janti bürokratlar filan. Ekmek almaya veya markete giderken bu sahneden geçip gidiyorsunuz ki pek alıştığımız bir durum değil diyip parantezi kapatayım.

Önce sabah keşfi yapmalı. Bu sefer ters tarafa, evden çıkınca sola doğru çıkıyorum. Haritaya göre az ilerde Tiber olmalı, derken oluveriyor. Tiber’in kenarındayım. Ne kadar yakınmış. Hafiften yağmur var. Önümde bir köprü. Umberto köprüsü imiş. Karşıya geçiyorum. Hemen köprünün önünde koskoca bir saray gibi birşey. Palazzo di Giustizia imiş bu da. Yani Adalet Sarayı. Yanında da bir Kale, Castel Sant’ Angelo. Ve hemen ötede o resimlerde çok gördüğümüz kubbe, ne kadar da Vatikan’a benziyor. Bu kısa keşif oldukça verimli geçti. Artık dönme vakti.


Sabah Tiber'den Vatikanın görünüşü ve ara sokaklar bile böyle

Akşamdan attığım çakıl taşlarını takip ederek fırını (Forno) buluyorum. ‘Hot, hot’ diye diye alıyorum sıcak ekmeği kolumun altına Navona’dan dolanıp (daha kaç kere geçebileceğiz ki bu meydandan, imkan varken geçelimJ) varıyorum yine eve.

Kahvaltımızı bir önceki güne ek olarak Sinem’in yaptığı mantarlı yumurta ile şenlendiriyoruz. Çayımızı yudumlarken 2. Gün harekat planını da hafiften yapıyoruz. Bugünkü yönümüz Colosseum.

Haritadan rotamızı çıkartıyoruz. Daha önce de dediğim gibi yerimiz son derece merkezi ve şehir çok büyük değil. Haritada görünce çok uzak zannettiğiniz bir yer kafanızı kaldırınca az ilerde size sırıtıyor olabiliyor. Ya da köşeyi bir dönüyorsunuz mekan bir anda burnunuzun dibinde bitiveriyor. Bu yüzden yürüyerek gitmeyi tercih ediyoruz.

Adet olduğu üzere ilk ziyaret PantheonJ Şaka şaka. Evet ziyaret buraya ama adet olduğu üzre değil, çocuklar görmedi daha ve de gündüz gözüyle gerçek bir ziyarette bulunmadık henüz. O yüzden. Sonra da Via Del Corso üzerinden Venezia Meydanı. Bu arada uğranacak bir iki yer daha var güzergah üzerinde.

Pantheon’un devasa kapıları açılmış. Bir sabah erken gelip bu kapılar açılırken de görmek var ama kısmet değilmiş. Çoluk çocuk doluyoruz içeri. Şimdi biraz bu mekandan söz edelim. Daha önce gece karşımıza çıkıp büyüleyen bu bina 2000 yıllık. Binanın üzerinde M AGRIPPA L F COS TERTIUM FECIT yazıyor. Ne demek diyenlere rehber niteliğinde bilgi, ‘Burayı üçüncü kez konsül seçilen Marcus Agrippa yaptırmıştır’. İlk olarak M.Ö. 27-25’de yapılmış sonra 118-125 tarihleri arasında tekrar yapılmış. Pagan dönemden Hristiyanlığa kadar hep ibadethane özelliğini koruduğundan ötürü kimseyi kırmamak için herhalde ‘bütün tanrıların tapınağı’ olarak adlandırılmış. Devasa kubbesinin tepe noktasında koskoca bir delik bulunuyor ve bu delikten içeri sızan gün ışığı ile aydınlatılıyor. Bu sebepten de ‘Tanrınan Gözü’ diye adlandırılıyor. İnsan bu isim ile adlandırılan bir yerde deliğin altına geçince kendini mikroskoptaki bir tek hücreli gibi hissetmiyor değil. Göz o deliğe yaslanırsa diye bir ürperti de geliyor ya neyse artıkJ Güneşli havalarda eminim daha güzel görüntüler vardır içerde. Bize kısmet ise yağmurun delikten içeri süzülüşünü izlemekti. İçerdeki yuvarlak binanın her duvarı çeşitli kişilerin mezarlarına ayrılmış. Bunların en ünlüsü de herhalde sanatçı Raffaello.


Pantheon ve Piazza Della Rotonda

Tanrının Gözü üstünüzde

Piazza Della Rotonda hatırası

Çıkışta bu bölgede kalan 2 hedefimiz var. Bir tanesi La Tazza d’Oro isimli kahveciyi bulmak, diğeri de Sant’Ignazio di Loyola isimli kiliseyi ziyaret etmek.

İlkine kolayca ulaşıyoruz. Hemen Pantheondan çıkınca sağda, dar bir sokakta karşımızda duruyor. İçine girip öğleden sonra kahvemizi içmek üzere sıraya alıyoruz burayı. Diğerine gitmek için ise haritamızı pusula gibi kullanarak yönümüzü tayin ediyoruz. Girdiğimiz sokaklardan birinde yemek yenecek bir yer de tayin ediyoruz. Klasik bir menüyü ucuz fiyata veriyor bize. Akşam için düşünülebilir.

Hedefimize varmaya çalışırken dönülen bir köşe ile yine şaşkınlığa uğruyoruz. Devasa ve eski sütunlar ile oluşmuş bir duvar acaba sorusunu sorduruyor bize. Döndük dolaştık yine Pantheon’un yanına, arkasına filan mı çıktık acaba? Ama haritadan anladığımıza göre burası Hadrianus Tapınağı imiş. Tabii eskiden, şimdi Borsa olarak kullanılıyormuş. Sonra 1-2 köşe ve şaşkınlık daha derken Sant’Ignazio di Loyola karşımızda. Buraya gelme nedenimiz çok güzel tavan resmine ev sahipliği yapmış olması. Bakalım hakkaten öyle mi.


Hadrianus Tapınağı

Hakkaten öyleymiş. O ne tavan be kardeşim. (Burası böyle ise Vatikan nasıldır) Resimde tavan sanki gökyüzüne açılıyormuş gibi tasarlanmış ve o açıklıktan İsa babasına gidiyormuş gibi. Ve de tavanın 4 köşesine de 4 ayrı kıtanın isminin ve temsilcilerinin resimleri çizilmiş. Perspektif, boyut filan felaket bir şey. Görülmeye değer.

Tavanın resmi. İçerde flaş yasak olduğu için resim vikipedya'dan

Buradan çıkınca Via Del Corso’ya kolayca ulaşıyoruz. Buradan aşağı saldık mı kendimizi Venezia yani Venedik Meydanı’ndayız. Meydan çok etkileyici, resimlerimizi çektirip hatıralarımız arasına katıyoruz meydanı ve istikametimizi veriyoruz asıl hedefimize.


Venezia Meydanı Hatırası

Venezia’dan Colosseum’a giden yolun sağı ve solu Forum bölgesi. Burası en eski Roma’nın kalbi. Ama maalesef burayı gezemiyoruz. Çünkü hava bozmak üzere ve ufaktan çiselemeye başladı. Bu bölgeyi gezmek demek birazdan sırılsıklam olmak demek. Zaten gezi planımızı hava durumuna göre yapmıştık. İlk gün hava güzel ve biz dışardayız. İki ve üçüncü günler hava bozuk, biz kapalı yerlerdeyiz. Dördüncü gün hava yine güzel, biz yine dışardayız. Hava açık, biz açık, hava kapalı biz de kapalıJ

Passlerimizi de bu plan çercevesinde kullanmaya karar vermiştik zati. İlk kullanım yeri Colosseum. Giriş 14 Euro. Pass ile geçiş serbest. Bu passcard sahiplerine özel bir turnike var. Kalabalık günlerde oldukça işe yarıyormuş.

Colosseum

Neyse, Forum bölgesine şöyle yol üstünden bakınıp ıslanmadan kendimizi üstten yarısı yenmiş Colosseum’a atıyoruz. Binanın önünde turistlere resim çektirmek için eski Romalı kostümü giymiş italyanlar var. Gözler ister istemez Asteriks’i arıyorJ


Giriş’de bulunan gişeden kendimize 5 euroya bir tane ingilizce ortamı anlatan dinlemelik sesli rehber cihazlarından alıyoruz. Kitap da bir yere kadar, yerel bir destek almadan olmaz. Ve en sonunda 50.000 kişilik tarihin en eski statlarından birindeyim. Benim gibi stat gezgini birisi için oldukca heyecanlandırıcı bir deneyim. Sonuçta burası da zamanının Şükrü Saraçoğlusu benim için. Tribünler çok dik. Görüntü Gladyatör filmi ile pek benzeşlik taşımıyor. Oturacak yerlerin hemen hepsi toprak altında ve bugüne taşınamamış. E ne de olsa 2000 yıllık bir binadan bahsediyoruz. Buraya ait ilgimi çeken bir şey yazıyor rehber kitapta. 19. Yüzyılda kalıntılar tamamen bitki ile kaplanmış. Roma’nın yumuşak havası vasıtası ile herhalde binanın yüksek, alçak çeşitli yerlerinde botanikcilerin yaptığı çalışmalar ile 2 ciltlik bir kitap yayınlanmış. Ve bir ciltte 420 çeşit bitki türü varmış. İlginç.


Bir diğer dikkatimi çeken şey ise Rönesans döneminde binanın dış duvarlarından alınan taşların Roma’nın köprü ve sarayları ile San Pietro yani Vatikan inşaatlarında kullanılmış olması.


İkinci kata da çıkıp alttan, üstten tavaf ediyoruz ama hava soğuyor ve de yağmur başlıyor. Zemin kata ziyaretçi almadıkları için üstten bakmak ile yetiniyoruz. Gözlerimizi kısıp sanki içerde bir gladyatör savaşı varmış gibi hayal ederek ziyaretimizi sonlandıralım diyoruz. Hem ısınmak hem de bakınmak için içerde bulunan kitapçıda biraz vakit geçirerek atıyoruz kendimizi dışarıya.


Bi tane de kendimizi koyalım:)

Dönüşte ortak kanı otobüse binmek. Ve Fiori’ye gidip pazarı ziyaret etmek. Pazar öğleden sonraları kapanıyor okuduğumuza göre. Belki ucu ucuna yakalıyacağız ama gitmişken meydana da gündüz gözüyle bir bakalım. Tabelalardan söktüğümüz kadarıyla ve de sorarak gideceğimiz yerden geçen otobüsün numarasını kestiriyoruz. Çok beklemeden otobüsümüz geliyor ve yine evimizin oradaki durakta inerek Fiori meydanına çıkan ara sokaklardan geçiyoruz. Gerçekten de burada pazar kuruluyormuş. Ama gittiğimiz saatte pazar kapanmak üzere ve etraf bizim semt pazarlarını aratmayacak kadar pazar sonu gibi gözüküyor. Parmak uçlarımıza basarak meydanı geçiyoruz. Temizlik işçileri etrafı temizliyor.

Burada da bir parantez açayım. İtalyan erkekleri için efsaneleşmiş o yakışıklılık yakıştırmalarını en azından Roma’da temizlik işçileri dışında göremediğimi söylemeliyim. Adamların hepsi sanki seçme. Maaşallah, boy, pos, endam, karizma süper. Ve de bu işi yapan kadınlar. Onlar da aynı şekilde. Gucci’nin katalog çekimleri için böyle bir konsept yarattığını zannedebilirsiniz. Sokaklar erkek, kadın temizlik işçisi görünümlü manken dolu gibi.

Bu meydanda en azından bir saat yapacak bir şey yok. Alınan karar gereği karınları doyurup eve yöneleceğiz. Dinlenme vakti. Yolun karşısında artık görmeye alıştığımız pizza dükkanı. Dolduruveriyoruz içeriyi. Büfe tarzı bir yer. Camekandan pizza çeşitlerini sorarak seçiveriyoruz. Ve yine herkes birbirinin adığı pizzalardan tadarken değişik karışımlar yapabiliyoruz.

Pizzacı hatırası


Navona Hatırası

Karnımızı doyurduk. Navona meydanını gündüz gözü bir ziyaret ve etraftaki değişik dükkanları kurcalamadan sonra rotamızı eve çevireceğiz ama bir kahve içmenin de zamanı geldi. Sabahtan belirlediğimiz mekana yollanalım diyoruz. Kısa ama yorgunluğun üstüne insanı biraz yıpratan yürüyüşten sonra kahveci mekanındayız. La Tazza d’Oro (http://www.tazzadorocoffeeshop.com/). Burası Roma’nın görece eski dükkanlarından birisi. Çeşitli kahveler mevcut. Masa filan yok. Alıyorsun kahveni kenardaki iskemle, ya da koltuklara oturup içip gidiyorsun. Kahve tutkunları için güzel bir yer. Benim kahve ile aram pek olmadığı için idareten içiyorum. Tezgahtaki adam bize ‘selam’ diyince bir şaşkınlık geliyor ama adamın bildiği 2 kelimeden birisi imiş, öbürü de ‘güle güle’. Bir de Granita diye birşey içiyorlardı. Üstü kremalı filan bişi. Merak ile biz de alıyoruz. Dibinde donmuş, dondurmamsı kahve ile üstte krema. İlginç olmuş vallaha. Denenebilinir.


Kahve molası

Buradaki moladan sonra eve dönüş. Ama bana uymaz, 2 tur daha atayım da öyle geleyim diye ayrılıyorum. Trastevere’ye kadar gidip döneceğim. Değişik birşey yok. Gördüğüm yerlere iyice bakınıyorum.

Eve gelince akşam yemeği telaşı. Plan şu: Öğlenden gördüğümüz yerde yiyeceğiz. Ama Neslihan ve Sinem salata tarzı şeyler yemek için evde kalıyorlar, Özlem ile çocukları alarak oraya gidiyoruz. Yemek klasik ya makarnalı ya da pizzalı bir menü seçiyorsunuz. Özlem değişiklik yapıp menüden sebze çorbasını seçiyor ama ne yersen ye mutlaka sor yaban ellerdeJ Sebze anlayışları da farklı olabiliyor. Sonuçta gelen fasulye, mercimek, nohut gibi kuru sebzelerden oluşmuş bir çorba. Bizimkiler normal. Pizza güzel. Karnımız doymuş durumda. Bir de buradaki garson da türkçe birşeyler söyleyince oha diyoruz. Meğer adam arnavutmuş. Sinem ile Nesli gelince çıkıyoruz. Özlem çocukları alıp eve, biz geceyeJ Sözde bir gece ben bakacaktım çocuklara ama bana fırsat kalmıyorkiJ

Issız bir geceyarısında, kırık bir lambanın altında...

Devir teslimi yaptıktan sonra kısa bir tur atıyoruz. Gecenin karanlığında ıssız ve dar Roma sokaklarında korkusuzca dolaşarak önce Piazza Colonna’ya varıyoruz sonra ters istikamete bildik meydan Fiori’ye. Burada bir mekana oturup biraz demlenip, laflayıp geceyi noktalıyoruz. Yarın istikamet Vatikan. Günü iyi kullanmak gerek.

Vatikan'a gitmeden önce konu ile ilgili rastladığım bir stencil :)

Günün videoları

Pantheon ve Colosseum

15 Şubat 2010 Pazartesi

Roma Günleri 1


Ocak başında gelen bir mail ile bitimiz kanlanmıştı. Ne demek ya! 25 Euroya vergi dahil Roma. Oha ve de pes. Bu maili görüp gitmeyenlere Blu-Express (evet havayolu bu) özel olarak eleman gönderip dövdürüyormuş. Hesap kitap, vize alabilir miyiz, bütçeyi denkleştirebilir miyiz derken amaaan yanan bilet paralarımız olur en fazla dedik ve başladık internette nasıl bilet alınacağını araştırmaya. 3 şubat gidişin 8 şubat dönüşü 25 euro kapsamında. Aldık mı almadık mı diye endişelenirken gelen bir mail ile becerebildiğimizi anladık. (Aha bu da adresi www.blu-express.com, hizmetimizi yapalım çünkü bu yazı hem gezi yazısı, hem gezi günlüğü, hem gezi rehberi ama daha çok da geyik yazısıdır. Have fun) 3 kişi totalde 175 Euroya (sigorta, migorta gibi bişilerle 150 olan bilet parası 175’e çıktı, ona da şükür) gidiş dönüş biletlerimizi aldık. Neslihan, Sinem ve Utku’da kah telefon ile kah internet ile biletleri okeylettiler ve kafile tamamlandı.

Sırada en önemli bölüm, VİZE. Alabilecek miyiz, alamıyacak mıyız derken vize de cepte. Geriye endişelenecek ne kaldı ki. Olmaaaz, gidene kadar endişelenecek bir şeyler bulmak lazım. Her şeyin yolunda gitmemesi gerekir. Hah bulduk endişelenecek şeyi de: Havayolu şirketi tanımadık bir şirket, kesin uçak kalkmayacak, diye kuruntulanırken gelen bir mail ile ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıktı. Gelen mailde uçuş saatlerimizin değiştiği yazıyordu. Ulan bunlar gidene kadar kesin bizi maymun gibi oynatıp vazgeçirecekler, daha gitmeye 15 gün var ama mailler gelmeye başladı, hadi bakalım.

Kalacak Yer

Ucuza bilet kapattık ama ya kalacak yer? Düşük bütçeli bir seyahat olacağı için ucuz, ama temiz yerleri bulmaya çalışıyoruz. Haliyle akla ilk gelenler hosteller. Biraz araştırma ile ucuz oteller de buluyoruz ama yapılan yorumlar pek iç açıcı değil. (Bu vesile ile internetin katılımcılığına bir kez daha şükranlarımı sunmak isterim) Kimi gürültülü, kimi kokuyor filan derken Özlem önce ev değişim sitelerine oradan da ev kiralama sitelerinde dolanmaya başlıyor. Oydu buydu derken yazışmalar ve çeşitli alternatifler içinden 6 kişinin kalabileceği 3 oda, çift tuvalet, banyolu ve mutfaklı ve Roma’nın merkezinde (Piazza Navona diyim bilenler anlasın J ) bir evi çarşamba akşam giriş, Pazartesi sabah terk ediş olmak üzere 600 Euro’ya tutmuş olduk. (www.freereservation.com bu da evi bulduğumuz site ve de ev de bu http://www.freereservation.com/en/apartment_roma/Navona_Apartment_2/ Özlem’e de buradan tekrardan teşekkürler.) Şehir merkezi olması önemliydi çünkü bir önceki gezimizde Barcelona’da ucuz diye şehir dışı bir otelde kalmış ve tur parası kadar parayı yola harcamış ve de zamandan tasarruf edememiş ve de her gün taksime gelmek için ve de gitmek için Hadımköy yolunu arşınlamak gibi bir yolu çekip durmuştuk. Bu da ders olmuştu bize, bundan sonra adam başı 50 Euro fazla verip şehir merkezinde kalmak kesinlikle daha karlıydı ki nitekim bu gezide bunu görmüş olduk. Merkezdesin ve her yere gidebiliyorsun ve de gelebiliyorsun. Elinde yük mü var git bırak, yoruldun mu, üstünü mü değiştereceksin hoop evdesin. İnsan kıyafetini değiştirmeye Taksim’den Avcılar’a gidip gelebilir mi? Neyse bilet tamam, vize tamam, kalacak yer tamam, bütçeyi de denkleştirdik o da tamam geriye yolculuğa hazırlanmak kalıyor.

Gitmeden önce

Tur ile gidilen gezilerin bir avantajı tura dahil geziler ile şehri kabaca tanımanız ve isterseniz ücretli turlardan yararlanmanız, tabii isterseniz. Kendi başınıza gittiğiniz gezilerde böyle bir şansınız bulunmuyor pek. Her şeyi kendiniz planlamak zorundasınız. Esasında vakti olanlar için oldukca keyifli bir süreç. Gideceğiniz yerle ilgili kitap, gezi yazısı, rehber, insan vs araştırıp onlardan elde ettiğinizi kendi deneyim ve ilginizle birleştirerek ortaya harika gezi programları çıkartılabilinir. Hele de biraz biraz sanat, tarih, kültür, coğrafya gibi konulara ilginiz ve de birikiminiz varsa ne ala. (Misal benim ilgi alanım futbol ve gideceğim yeri biraz bu çercevede değerlendiriyorum J ) Bizim izlediğimiz yöntem, gitmeden önce gidilecek yer hakkında bir rehber kitap edinip oradan biraz çalışmak. Kabaca öncelikli gidilecek yerleri şekillendirip sonra detayları şehrin havasında solumak. Ve kişisel tercihim girebildiğim kadar sokağa girip yürüyebildiğim kadar yürümek. Sanırım bu gezinin konaklama yeri ve şehir bu duygumu oldukca tatmin etti. Neyse Dost Yayınlarından çıkan (Orjinali DK) Görsel Gezi Rehberleri işimizi kısmen de olsa görüyor. Çok detaylı değil ama gezilecek yerlerin hemen hemen tamamına aşina oluyorsunuz. Bu kitaplar biraz pahalı, mesela Roma kitabi 42.5 TL ben kadıköy veya beyoğlundaki sahaflardan bu kitapları daha ucuza bulabiliyorum yine mesela bu kitabı 20 TL’ye alabildim. (Bu da yazıyı usanmadan okuyanlara bonus olsun, daha yarısı gelmeden terk edenler avucunu yalasın J )

Malum kış vakti gidiyoruz. Hava durumu önemli. Hem ona göre plan yapacağız hem de kıyafet ve dolayısıyla bavul durumlarını ona göre ayarlıyacağız. Bir sürprizle karşılaşmamak için gelen mailleri filan detaylı okuyunca bavul için 15 el çantası için 5 kg hakkımız olduğunu netleştirince bu iş daha önemli oldu. Gerçi okuduklarımızdan Roma’da havanın genel olarak bu mevsimde çok soğuk olmadığını ama yağmurun da eksik olmadığını öğreniyoruz ama kesinleştirmek gerek. (Bu yazıyı yazdığım gün olan 13 şubat 2010 tarihli haberlerde Roma’ya 25 yıl sonra kar yağdığını okuyunca şaşırmadım değil ya neyse Romalılar daha çok şaşırmıştır herhalde J) Gideceğimiz dönem hava raporu için 2 gün yağmur ve de kalan günler güzel bir hava gösteriyor. Hakkaten de internet hava durumunun dediği gibi oldu.

Havaalanı Roma’ya 20-30 km arası. Buradan şehre gidişi de planlamak gerek. Birkaç alternatif var. Trenler genelde 11-12 Euro civarı ve de kalacağımız yere çok yakın değil. Hele bavullarla! Bunu da evi tuttuğumuz yerdeki vatandaş ile yazışarak çözüyoruz. Toplam 60 Euroya shuttle ayarlıyor. Güzel, böylece havaalanından kalacağımız yere kadar daha ucuza gidebileceğiz.

Peki gitmişken başka bir yere gidebilir miyiz? Bunları araştırmaya başlıyoruz. Roma’dan Floransa, Pisa (Pisa’ya gitmişken ben Livorno!), Venedik... BlueExpresin ülke içi uçuşları da komik paralara, ama saatler filan ve de daha çok Sicilya. Tren fiyatları ve saatleri biraz karışık. Hızlı, orta hızlı, normal hızlı trenler fiyatlarına göre sıralanıyor. Değer mi? Bilmiyoruz. Kalacak yerimiz sabit olmasa belki olabilir, neyse buna orada karar vereceğiz. Bunun için istikamet Termini.

Geriye kalıyor gideceğimiz sabahı beklemek.

Yolculuk (03 Şubat 2010)

Şans işte, gideceğimiz günün gecesi istanbulda kar yağmaya başlıyor. Ertesi gün her yer bembeyaz. Kesin kalkmaz bizim uçak. O paraya normal günde kalkacağına şüpheliyiz acaba bu kar onlara da bahane olabilir mi J Neyse 1 kişinin uçak parası fiyatına Sabiha Gökçen’deyiz. (Artık ölçü birimi uçak parası J ) (Buna da ayrı parantez açalım ve Sinem’e teşekkür edelim. Efenim şöyle bir hizmet varmış,0216 304 41 27 dahili 2 numarayı arıyorsunuz (sanırım numara bu) ve Sabiha Gökçen’e gideceğiniz zamanı söylüyorsunuz ve rezervasyon yaptırıp gideceğiniz gün gelecek taksiyi bekliyor ve taksimetrenin %30 azını ödüyorsunuz. Değerlendirin.) Check in filan derken içerdeyiz ve de uçak da geldi. 5-10 dakka rötarla kalktı da. Artık Roma’dayız demek ki J. BlueExpress sözünün eriymiş.

Roma’ya varış

2 saat 40 dakkalık bir uçuştan sonra Fiumicino’daki Leonardo Da Vinci havaalanındayız. Kısa sürede çıkışta shuttleimizi bulup atıyoruz kendimizi Roma’ya giden çevreyoluna (herhalde böyledir J ) Hava karardığı için ilk izlenimler ve gideceğimiz yerin nasıl bir yer olacağının merakı ve ilk anda yabancı bir ülkeye gelmenin şaşkınlığı var üzerimizde. Hepimiz sağa sola bakınıyoruz. Şehrin içine girdikce minibüsümüz önümüzdeki birkaç gün bizleri nelerin beklediğine kısa, bilgisiz bakışlar atıyoruz. Kimi meydanlar ihtişamıyla hemen gördüğümüz resimlerdeki isimlerini çağrıştırıyor. Şoför nereye gideceğimizi soruyor. Rinascimento diyoruz olmayan italyancamızı (haksızlık etmiyim, özlem kursa gitmişti, ama caddenin adını okuyan da o idi sonuçta J ) Şoför anlamaya çalışan bir bakış atıp bi an sonra ‘Ha rinaşimento’ diyince hem rahatlıyoruz hem de İtalyada olduğumuza artık iyice kanaat getiriyoruz. Rinaşimento ha, çok hoşuma gidiyor bu söyleyiş, halen dilimde, rinaşimento...

Kısa bir arama sonunda evin önündeyiz ve evi kiralayan görevli Johnny de orada. Daire 4. Katta ve asansör yok. Tek kusur bu olsun be. Adamcağız sağolsun bavullara yardım ediyor. Evi tanıtıyor, gidebileceğimiz yerleri söylüyor, sempatik ve yardımsever bir insan. Marketi, yemek yenecek yerlerin ve hangi şarabı tavsiye ettiğini soruyoruz bir çırpıda. Market karşı sokakta ilerdeymiş, hemen bir üst sokakta Maccheroni diye bir yer tavsiye ediyor. Şarap için ise klasik olarak herkesin damak zevki filan falan kısmından sonra Chianti’yi tercih ettiğini söylüyor. Bu konuda tavsiyeye ihtiyacımız var, yüzlerce çeşit arasından damak zevkimizi oluşturacak zamanımız yok maalesef.

İlk gece

Hemen üzerimizi değiştirip kendimizi atıyoruz Rinaşimento’ya. (yazarken bile güzel geliyor insana J ) Tarif üzerinden kısa bir arayışla buluyoruz Maccheroni’yi. (http://ristorantemaccheroni.com/) Şirin ve sıcak bir mekan. İçine girince bütün masaların dolu olduğunu görüyoruz. Bizi alt kata alıyorlar. Mahzen gibi bir yer ama burası da güzel ve de dolu. Daha arkaya filan derken oda içinde odalardan (galiba roma’da mekanlar böyle hep içinden bişekilde biyerlere geçiliyo, ev de bu şekilde.) En dibine kadar dolu bir mekan, ama ne mahzen olması ne de dolu olması insanı

bunaltmıyor. Gelen menülerden neyin ne olduğunu anlama ve ilk yemeğin acemiliğiyle yanlış yapmamaya çalışıyoruz. Halimiz İtalyanlardan çok farklı değil. Herkes hepbir ağızdan birşeyler soruyor ve arasında konuşuyor. Mekandaki turistler şaşkın bize bakıyor. Genel bir makarna siparişinden sonra ıspanak salatası ile mevsim salatasını da ekliyoruz siparişlere. Bakalım salatalar nası? Bekleme süresi uzadıkca aç olan bünye doğal olarak tedrici çözümler üretiyor. Kardeşim yok mu zeytinyağ filan bişi, ekmek banalım. Hemen zeytinyağ ve balzamik sirke ve de ekmek geliveriyor. Ve akabinde bi şişe zeytinyağı bünyelere sızma yapıyor. Ama balzamik de balzamikmiş be. Gelen makarnaların hepsini değişik çeşit sipariş edip karma tabaklar yapıp sonra o neydi, bunda ne vardı derken yol ve yemek yorgunluğu ile ağırlaşan bedenleri eve atalım da sabah erkenden dökülürüz yollara diyoruz. Hesap burada ödediğimiz en fazla hesapdı ve ilk gece için üzerinde durmayalım dedik. (Menü de 1 lt şarap ile birlikte 2 kişinin gidiş dönüş uçak parası. Böyle söyleyince de az gibi oldu be. 100 euro işte)

Çıkışta evin arkasındaki Piazzo Navano’ya bir gözatalım diyoruz.

Tam meydanın yanında bir binanın üzerinde 2010 İstanbul Posteri eşşek kadar. Olm daha yeni geldik, bir türlü kopamıyoruz. Ama inceden bir tebessüm de konmuyo değil yüzümüze. Bu meydan da oldukca çekici. Melekler ve Şeytanlar kitabından ve de filmden aşinayız buraya az çok.

Eve giderken çocukların yorgunluğu ile ben özlem ve Neslihan marketi bulmaya gidiyoruz, diğerleri eve. Tarif edilen sokak filmlerde filan gördüğümüz tipik dar, tarihi bir roma sokağı. Sokağın sağı solu insanın boynunu ağrıtırcasına kendine baktırıyor. Gerçi bulunduğumuz bölgenin bütün sokakları öyle ya neyse. Sokağın sonlarına doğru marketi görüyoruz. Sokak bir meydana açılıyor gibi. Çok aydınlık değil ama insanı merakta bırakan bir cazibesi var. En azından kafamızı uzatıp bir bakalım meydana sonra geri döneriz diyoruz. 8-10 adım sonra meydana çıkınca sağ tarafta karanlığın içinde bir ihtişam bize bakıyor. Hiç beklediğimiz bir an değildi ama bu karşılaşma ile Pantheon’un büyüsüne bir anda kapılıveriyoruz. Gecenin karanlığında özel bir aydınlatmaya ihtiyaç duymadan dehşet bir yapı tarihin içinden üzerimize gölgesini düşürüveriyor. Hakkında çok az bilgim var. Hemen gidip kitaba sarılıp bilgileri arttırmalı. İnsanı bu kadar mı etkiler bir bina ya.

İlk Gün (04 Şubat 2010)

Rahat bir uykunun ardından sabah ile beraber birşeyler alma adına atıyorum kendimi sokağa. Neslihan ve Sinem benden önce markete gitmişler. Amacım zaten gece bıraktığım yerden devam etmek. Koşa koşa aynı meydana vardığımda etrafta kafelerin açıldığını ve ortalığın turist dolduğunu görüyorum ve de bizimkilerin bi kafede oturmuş cappicunolarını yudumlarken Pantheonla bakıştıklarını. Sabah Pantheon’a günaydın dedikten sonra alışveriş faslını yapıp bizimkilerden ayrılıyorum. Evin az ilersinde bulunan turizm informationa bakacağım. Adettir, gittiğiniz yerde ilk uğrayacağınız yer informationlar olmalı. Oradan şehir haritasını, gerekli bilgileri, kitapçıkları filan toplayıp sonra oturup bişiler yemek veya içmek yapacağınız planlar için olmazsa olmazdır. Neyse, bizim büro daha yeni açılıyor. Haritamı alıyorum. RomaPass da satılıyormuş. (Bu kart ile 3 gün boyunca bütün toplu taşıma araçlarından ücretsiz yararlanabiliyorsunuz ve de 2 tane müzeye ücretsiz giriyorsunuz ve de geri kalanlara da indirim yapıyorlar. Bu mevzuya birazdan geleceğiz) Büronun arkasından Piazzo Navano’ya bir gözatıp rotamı hemen köşede yer alan gazete bayiisine çeviriyorum. Acele bir bakış ile ne var ne yok bir tarayıp (hadi dürüst olayım, öncelikle futbol dergilerini arıyorum) Romaspor'un dergisini alıyorum. Kolumun altında dergi, cebimde harita ve broşürler evin merdiveninden tırmanıyorum.

Kahvaltı faslı oteldeki herhangi bir kahvaltıdan bin kat zengin ve lezzetli. Hele marketten

indirimden alınmış zeytinyağı bir lezzetli ki sormayın gitsin. Gideceklere tavsiyelerden biri de mutlaka zeytinyağına ekmek banın. Balzamikle olursa daha da güzel oluyor bunu da ekliyeyim.

Kahvaltı sonrası çayları yudumlarken günün harekat planını da masaya yaydığımız harita üzerinde savaş planı yapan komutanlar misali yapıyoruz. E kolay değil, Roma’yı içten fethedeceğiz. Öncelikle hedef Termini. Buradan İtalya’nın diğer illerine ziyaret programı yapacağız. Ve de oradan devamla da yürüyerek evin olduğu bölgeye geri döneceğiz. Sanırız bu bugünümüzün büyük bölümünü alacak.

Ve bir de RomaPass mevzuu var. 3 günlük bir kart olduğunu söylemiştim. Bunu ne zaman alacağız sorunu ve de fiyatı. İnternette bir sitede 22 Euro olan fiyatı gelmeden baktığımız RomaPass sitesinde 23’e, burada da 25’e varmış durumda. İtalya’da da herşeye zam zam zam, yeter be J Şimdi mi alsak, sonra mı? Karar veremiyoruz ve hatta almasak mı acaba bile demeye başlıyoruz. Bunu en iyisi sorarak öğrenmek. Hazırlanıp Roma’daki evimizin kapılarını kilitleyip soluğu informationun önünde alıyoruz. Zaten küçük olan kulübecik bizimle iyice doluyor. Burada öğreniyoruz ki RomaPass alındıktan itibaren değil, kullanıldıktan itibaren 3 günlükmüş. Yani bugün al ama 2 gün sonra kullanmaya başla, ondan sonra başlıyor geriye saymaya. Ve de çocuklar için müzelerin filan ücretsiz olduğunu söylüyor oradaki görevli ama diğeri atlıyor lafa hemen ‘where are you from?’ ne alaka filan derken bir dolap açıp, görmediğimiz tarafındaki kapak içinden bir listeden bizim ülkeden gelenlerin çocuklarının da RomaPass alması gerektiğini öğreniyoruz. Meğersem AB ülkelerinin çocuklarına beleş, bizimkilere paralıymış. Utku’nun deyişiyle ‘Dolabın kapağı öyle diyor vallaha’J

Pass Kartlarımızı alıp Terminiye giden otobüsün numarasını öğrenip iniyoruz durağa.


Aldığımız karara göre otobüste kimse sormayıncaya kadar kartları kullanmayacağız. Sonuçta bugün bir tek otobüse bineceğiz ve kartların kullanımını yarından başlatacağız. Birçok otobüs geliyor ama bizimki ortada yok. Arada bir çok şirin ufacık bir otobüscük geçiyor, numarası 116. İçinde 3-5 kişi ya var ya yok. Buradaki minibüsler gibi, ama otobüs. En sonunda bizimki de geliyor. Biniyoruz büyük bir soğukkanlılıkla ve oturuyoruz hemen. Kimse birşey sormuyor. Zaten binen oturuyor. İçerde bir kart basma makinesi gibi birşey var. Çok nadir binenler kartlarını sokuyor oraya ama geneli bizim gibi makineyle ilgilenmiyor. E biz niye ilgilenelim canım. Soran olursa kartımız cebimizde.

Elde harita, koordinatı kaybetmeden girilen caddeleri, dönülen meydanları çizerek varıyoruz Termini'ye. Oryantasyonda en önemli şey yön duygunu kaybetmemek.

Bir kaybettin mi haritada bulmak da imkansızlaşabiliyor. Sen kendini aşağıda ararken bir anda haritanın küçük yazıları arasında alakasız bir yerde olduğunu bulunca zaten şaşmış olan yön duygun iyice allak bullak olabiliyor. ‘Nereyi kaçırdım da buradan çıktım acaba?’J

Termini

İstasyonu yan kapıdan giriş yaparken tam kapının karşısında ‘İstanbul Döner, Kebap’. Ah be güzel İstanbul, dönecez elbet sana. Noolur bu yaban ellerde de kendini hatırlatıp durmasan bize. Tamam, ne sen unutulursun ne de biz seni unuturuz. Ama biraz da izin ver be kardeşim J

İstasyon da istasyonmuş be. İçine girdin mi ‘The other side’a geçmek neredeyse imkansız gözükmüşken gözümüze son bi gayret erişebiliyoruz. Normal trenlerin gidiş saati uzun, hızlı trenler ise uçak biletinin 2 katı fiyata. Özlem, Deniz ve ben hem nakitten hem de vakitten tasarruf etmek için bu projeyi askıya alıyoruz. Bizim için Pisa, Frenze, venezia next time artık. Sinem, Utku ve Neslihan da benzer bir karar alıyorlar ve bu yoğun bölgeyi terk ediyoruz. (internet sitelerinin bu bölgeyi merkez göstermesine bir anlam veremiyoruz, bizim Sirkeci)

Güzergahımızı çiziyoruz. İlk etap Piazza Della Repubblica üzerinden Via Nazionele’yi takip edip Fontana di Trevi. Bir parantez açayım tam bu anda. Piazza meydan, Via Cadde, Fontana ise çeşme demek. Bunları çok sık duyup, kullanıyoruz. Repubblica Meydanı, Nazionale Caddesi, Trevi Çeşmesi demek de bir tercih tabii ama ne biliim sanki böyle daha bi güzel duruyor. Amaan aklımıza geldiği gibi kullanalım, kasmadan.

Yeri gelir çeşme yeri gelir fontana.

İlk durağa varmadan önce hemen Termini istasyonunun karşısında Nazionale Romano var. Bahçesine girip orada bulunan heykellere bir gözatıyoruz. Kitabımızdan burayla ilgili kısa bilgiyi aldıktan ve alan resimlendikten sonra hedeflerimizin daha önemli olduğuna kanaat getirip yönümüzü meydana ve de meydanda bulunan çeşmeye çeviriyoruz.

Piazza Della Repubblica hakkaten gözalıcı. Hele ortadaki çeşme. Şimdi bu çeşme denen şey daha çok bir havuz. Onlar çeşme diyorlar da kimse elinde bidonla filan oralara gidip su doldurmuyor. Bildiğin havuz ve de çağlayan sular. Ama bütün bu çağlamışlıkları öyle bir tasarlamışlar ki, her bir çeşmeden bir güzellik fışkırıyor. Misal bu meydanda bulunan çeşme de Fontana delle Naiadi’imiş. Çeşme 1901 yılında açılmış ve de açılır açılmaz skandal olmuş. Nasıl olmasın? 4 adet su perisini çeşmenin 4 ayrı yerine yerleştirmiş yapan ama görmek lazım işteJ

Neyse buradan Nazionale caddesi boyunca aşağıya inip Palazzo delle Esposizioni isimli Sergi merkezinin yanından bir tünel ile Trevi Çeşmesi’nin yakınına çıkıyoruz. Çeşmeye giden sokak hediyelik eşya ve yiyecek mekanları ile dolu. Öncelik karın doyurmaya. İlk pizza deneyimimizi de burada elde edeceğiz. Tezgahta sıra sıra dizilmiş pizzalar ve de fiyatları var. Fiyatlar 100 gr üzerinden. Makul gözüküyor. Herkes birşeyler seçiyor ve oturuyoruz yemeğe. Makul gözüken fiyat bir anda 2’ye katlıyor kendini. Burada da öğreniyoruz ki, siparişlerimizi alıp dışarda yesek duvarda yazanı ödeyecekmişiz. Oturunca 2 katı. Oysaki bunu bilmiyor değildik. Yorgunluğumuza geldi ve bu da ders oldu. Bundan sonra sormadan oturmak yok.

Aşk Çeşmesi

Yemekten çıkınca karşımızda ahşap işleri yapan bir dükkan görüyoruz.

Boy boy, çeşit çeşit pinokyolar var. Herşeyini yapmışlar pinokyonun, kalem, anahtarlık, insan boyu, vs vs. Kısa ama sonrasında insanın içini acıtan bir alışverişten sonra (orada 5 euroya aldığımız bir şeyin 20 metre sonra 3 euroya daha sonra da 3 tanesinin 5 euroya satılıyor olduğunu görmek hakkaten insanın sinirini bozuyor, özellikle Nesihanın J) sokağın sonundan gelen su sesine doğru bırakıyoruz kendimizi. Ve karşımızda Fontana di Trevi yani Trevi çeşmesi veya en meşhur ismiyle Aşk Çeşmesi. İçine bozuk para atmanın bir gelenek olduğu (ama ritüeli de var. Mutlaka sırtın çeşmeye dönük olarak atacaksın) ve bu paraların kimin
tarafından toplandığı da efsane olduğu çeşme. Zekice oluşturulan inanışa göre para atan buraya tekrardan gelirmiş. Biz de attık para haliyle. Kim istemez buraya tekrar gelmeyi? Sanırım attığımız paranın karşılığı olarak 2 gece sonra tekrar gelebildikJ

Olsun, söylence son kertede doğruymuş. Bunu öğrendik. Çeşme hakkında birkaç kelam edelim. Yapanını edenini merak ediyor ve bu yazıyı okuyabiliyorsanız açın başka bir pencere yazın oraya Fontana di Trevi oradan çıkan bilgilerden bu çeşme hakkında gereğinden fazla şey öğrenebilirsiniz. Ama bu kadar dar bir meydanda nasıl böylesi bir görkem yaratılabileceğini göremezsiniz. Bu ne ihtişam ve de nasıl birşeydir yarabbim. Pantheon’dan sonra dar bir sokaktan Roma ikinci kez karşımıza aniden çıkıverdi. Etrafı turist ve haliyle seyyar satıcı dolu. En çok hırsızlık olan mekanlardan birisiymiş burası. Ama biz Türkiye’den zaten alışkın olduğumuz için bu duruma çok da önemsemiyoruz. Herhalde İtalyan yankesiciler de bizim gibi antremanlı rakipden çok şaşkın avrupalı ve amerikalı turistleri kolay lokma olarak görüyorlardır.

İş inada binmeden geziyi sonuçlandırsak ne mutlu J

Hemen Çeşmenin karşısındaki Santi Vincenzo e Anastasio Kilisesine de kısa bir ziyaret yapıp Barok döneme ait çalışmalara bir gözatıyoruz.

Çeşmenin etrafında sıralı dükkanlardan birinde de Roma dondurması deneyimimizi tamamlıyalım diyoruz. O kadar yolu yürüyen çocuklar bir mükafatı haketmediler mi?

Çok çeşitli dondurma arasından herkes birşeyler seçiyor. Fikrimi soracak olursanız ya iyilerinden birine rastgelmedik ya da ben beğeni çıtamı çok yukarı koymuşum. Türkiye’deki emsalleri arasında kötü olmayacak kadar iyi ama ayakları yerden kesecek kadar da büyüleyici değildi.

Harekat planına göre hedef Piazza di Spagna. Yani İspanyol Meydanı ve de İspanyol Merdivenleri.

İspanyol Merdivenleri

Romadaki en sadık dostumuz haritamıza göz atarak yönümüzü ve güzergahımızı tespit ettikten sonra dökülüyoruz yine yollara. Kısa ama haritaya bakınca uzun zannedilen

bir yürüyüş ile önce Collona dell’Immacolata’da bulunan uzun bir sütun üzerindeki Meryem heykeline ve hemen akabinde de Piazza Di Spagna’ya ve dolayısıyla da İspanyol Merdivenleri’ne ulaşıyoruz. Merdivenler resimlerde gördüğüm kadar etkilemiyor beni.

Çekilen resimler yukardan olduğu için merdivenler ya daha uzun gözüküyor ya da ben gözümde fazla büyütmüşüm. Belki de mevsim kış olduğu için renkler o görkemi vermiyordur. Çünkü gördüğüm fotoğrafların büyük kısmı yaz aylarında çekilmiş ve de merdivenler kendisiyle bütünleşmiş rengarenk çiçekler ile süslenmişti. Şimdi çiçek filan yok. Yine de ortalık kalabalık. Merdivenin başında ayrılıyoruz ve tepede buluşmak üzere randevulaşıyoruz. Ben soldaki bir sokağa giriyorum. Metro istasyonu girişinde bir asansör mevcut. Tepeye onunla çıkıp etrafa bakıyorum. Bir çok kubbe gözüküyor ve hepsi de Vatikan’a benziyor. Bu kadar yakın olmasına imkan yok. Ama genel olarak görüntü güzel. Aşağıda merdivene oturmuş bizimkilerle buluşuyorum. Rehberimiz kitaptan merdivenler hakkında birşeyler okuyoruz. Ve okurken ilgimi merdivenlerin başladığı meydandaki fontana çekiyor.

Bernini’nin yaptığı sanılan çeşme bölgedeki suyun tazyikinin azlığından kelli batık, içine su alan bir tekne şeklinde tasarlanmış. Suyu az da olsa diyorlar Roma’ya çeşmesiz bir meydan yapmak ayıp olur. Adamlar utanmasalar taşıma suyla bile çeşme yapacaklar her tarafa J Şaka tabii, oldukça güzel ve Roma’nın her dönemki belediyelerine sevgimiz artıyorJ

Turumuz bugünlük burada tamamlanıyor. Şimdiki istikamet ev. Merdivenlerin hemen karşısındaki Via Condotti’ye girip, bu meşhur markaların buluştuğu caddeyi arşınlayarak eve doğru salınacağız ama önce uğrayacağımız bir durak var. En eski cafelerden biri olan ve bu cadde üzerinde bulunan Cafe Greco’da bir kahve molası vereceğiz.

Kitaptaki adresten mekanı buluyoruz ama mekan tadilatta. Önünde resim çektirmekle yetinip ara yollardan eve doğru iniyoruz. Hava da yavaş yavaş kararmakta. Ev yakınlarında bir fırının camında inanılmaz fiyatlarda inanılmaz kekler, tartlar görüyoruz. İçeri girince bunların 100 gr fiyatı olduğunu öğreniyoruz ama tatmadan olmaz. Kaldı ki burası bir fırın ve sıcak ekmek mevcut. Bunu bir köşeye yazdım. Yarın buradan sıcak ekmeği almak farz oldu. Sonrasında yine evde buluşmak üzere ayrılıyoruz. Sinem ile alışverişe gideceğiz. Bu gece yemek evde, ve de alışveriş Pantheon’un orada. İyi akşamlar demeden geçmemek gerek. İlk gece geç saatte gitmiştik oraya. Şimdi vakit daha erken. Meydandan hoş bir müzik sesi geliyor. 2 sokak şarkıcısı mekana uygun bir biçimde şarkı söylüyorlar. Ortam çok güzel. Ortamı tek bozan şey meydandaki Cafelerin arasına sıkışmış Mc Donalds. Ne işi var burada ya. Bi sokak arkada olsan olmuyo mu? Müziğimizi dinleyip alışverişe veriyoruz kendimizi. Biraz makarna, parmesan, şarap, bira, salata malzemesi ve tabii ıspanak, sabah için bişiler herşey tamam. Evde mükellef bir italyan sofrası bizi bekliyor. Yemekten sonra dışarı çıkacağız. Sinem yorgun ve evde kalmak istiyor. Özlem, ben ve Nesli Roma gece hayatına bir bakış atacağız.

Trastevere ve Fiori

Aldığımız tarifler ve mucizevi haritamız sayesinde gece güzergahımızı da çizdik. Arjantin caddesinden aşağı, Tiber nehrini geçip karşı kıyıya geçeceğiz. Orada Trastevere denen bölgeyi aşınlayacağız. İnsanlar burada meydanda oturup şarap ve biralarını içiyorlarmış filan. Bana uyar. Hava biraz soğuk ve de yağmur da inceden yağmaya başlıyor. Arjantin caddesinde köşede Arjantin Tiyatrosu. Önünde acayip bir kuyruk. Geçiyoruz, önümüzde Garibaldi köprüsü. Nehrin karşı yakasındayız. Hemen kendimizi sağdan bir sokağa atıyoruz. Dar sokaklarda hoş mekanlar. Herkes birşeyler yiyor. O da ne bu gece Romaspor’un maçı varmış ve ben bunu kaçırmışım. Gelmeden önce yoğunluktan bakamadığım için sadece haftasonu programından haberim var ve o da tercih etmediğim bir maç. Tüh be. Neyse yapacak birşey yok. Trastevere’de geniş bir tur atıp kendimizi Fiori meydanına vurmaya karar veriyoruz. Tarif edildiği gibi bir meydan ile karşılaşamadık. Belki hava soğukluğundan belki bizim yanlış yere gitmemizden. Ama olsa hissederdik, belki de haftasonudur bu doluluk. Bilemiyoruz.

Geldiğimiz köprünün bir sonrakinden karşıya geçiyoruz. Sisto Köprüsü. Tiber nehri Roma’nın ortasından geçen bir nehir. Nehrin doğu tarafı Roma’nın tarihi mekanlarının bulunduğu ve gezilecek yerlerin olduğu bölge. Batı yakasında Vatikan ve birkaç yer mevcut. Gerisi normal yerleşim. Nehir üstünde haritaya göre 16 köprü mevcut.

Şimdi tekrar doğu yakasındayız. Campo De’ Fiori, kısaca Fiori diyoruzJ

Bu meydanda sabahları Pazar kuruluyormuş. Erken gelmek lazım. Gece de cafe, barlar mevcut. Meydanın tam ortasında Karanlıklar Efendisi gibi bir efendinin heykeli. Kukuletalı filan gece gece ürkütüyor insanı. Ama güzel. Filozof Giardano Bruno’nunmuş heykel. Bir adet de sinema mevcut. Birkaç mekana bakıp hoşumuza giden bir tanesine oturup biralarımızı içiyoruz. Roma bira konusunda çok zengin gelmedi bana. Tadacak çok bira çeşidi yok. Mesela oturduğumuz yerde menüde yazan italyan biralarının hiçbiri yoktu. Mecburen Guinnes içmek zorunda kaldım. O da güzeldir tabii de insan yine de değişik birşey tatmak istiyor. Biramızı içtikten sonra meydanda bir tur atalım diyoruz. Gözümüze o şirin 116 numaralı otobüs çarpıyor bir an. Daracık sokakta gece vakti 116, ilginç. Gecenin 11’inde açık olan bir kitapçı gözümüze çarpıyor. Adı Fahrenheit 451, girişte bir camekan ve içinde bir çok farklı Fahrenheit 451 kitabı, değişik dillerde yazılmış kitapları topluyor belli ki. Tam benlik. İçeri giriyoruz. Filmden ve romandan değişik kesitler, afişler, kitaplar tam bir konsept koleksiyon, bravo. Özlem bir tane Johnny Deep kitabı buluyor ve alıyor hemen. Çıkarken diyorum ki ‘ben de size bu kitabın türkcesini göndereceğim’. (Bunu esasında ben diyorum ama Özlem çeviriyor) Kadın hemen camekanı açıyor ve türkçesini gösteriyor. Ama benim bahsettiğim bu değil.

Bu daha yeni bir baskı. Ben daha eskisini göndereceğim. Kadın çok seviniyor. Destek olmak lazım böyle toplama girişimlerineJ

Velhasıl birkaç sokak sonra Navona Meydanı ve bizim ev. Roma’daki ilk günden anladığım şu ki heryer heryere yakın. Yürümeyi seven biri için şehir yürüyerek büyük bir keyifle gezilebiliniyor. Bunu Melekler ve Şeytanları okurken anlayamamıştım. Adamların zamanı az ve birçok yere hemen gidebiliyorlar. Hakkaten öyleymişJ

Bugünü bitirdik. Evet biraz uzun oldu ama ne yapayım bellek birçok şeyi zamanla unutuveriyor. Unutmamak için hatırlamak, hatıramak için de yazmak gerekiyor.

Yarın Colloseum.


ilk günün videosu: Pantheon'da Akşam