14 Mayıs 2011 Cumartesi

Yolumuz Antakya'ya düştü...



Antakya Yolculuğu (22-25 Nisan 2011)
İnternetten gelen ucuz bilet çağrıları seslenmese herhalde oturup gezi planı yapmayacağız diye düşünmeye başladım. ‘Aaaa, ucuz bilet var atlayın gidelim!..’, ‘O paraya gitmesek ayıp olur...’... Nasıl baştan çıkaran teklif ve davetler. Demek bu kafada genç olsak ya da gençken bu kafada olsaydık ya da gençken dünyayı kurtarırken biraz da tanımaya çalışsaydık ya da... amaaaan koy ver gitsin, olan olmuş geri dönüş yok hep ileri.

Yine bir mail ve çok ucuz olduğunu iddia eden yurtiçi bilet oltası. Ve de kanmaya hazır bünyeler. ‘Gördün mü maili?’, ‘Gördüm gördüm.’, ‘Ne diyorsun?’.... filan falan diye uzayan mailleşmeler sonucu Antakya’da karar kılınan ve hemen satın alınan bir yolculuk planı. Gidiş tarihi Nisan’ın 21’i.

Antakya... Gençliğimde çok gittiğim ama bir türlü gezmeye fırsat bulamadığım şehir. Plan, antakya’ya kadar gitmişken bir gün de görülesi şehir Halep’e geçmek. Hazır vize kalkmışken ve de bu kadar yakınına gitmişken görmemek olmaz. Çok bahsini duyduğum ve birkaç gezi programında izlediğim şehri görmek için iyi bir fırsat.

Hareket tarihi yaklaştıkca Antakya planları da yapılmaya başlanıyor. Gezi kadromuzu Özlem, Deniz, Nilüfer ve Mustafa oluşturuyor. Plan yapmaya başlanıyor dediysem de öyle detaylı bir şey yok ortada. Sadece yenecek künefe ve yemeklerin planı. Tesadüf bu ya tam gitmeden öncek hafta NTV’nin benden bol küfür alan yemek programcası şahsiyeti Vedat Milor da Antakya’ya gidip oraların yemeklerini yemez mi. Hemen gittiği yerlerin ve yediklerinin notları alınıyor. Bu adam tam bir ****... (Ayıp kardeşim yahu. Yiyen var yiyemiyen var J)

Kalacak yer olarak kendimize Katolik Kilisesi’nin misafirhanesini buluyoruz. Geceliği adam başı 30 TL. Nasıl bir yer herhangi bir bilgimiz yok. Ama fiyat diğer kalınacak yerlere göre iyi. Havaalanından araç kiralamayı da hallettikten sonra geriye gidiş tarihini beklemek kalıyor.

Etraftaki Antakya’lılardan az bir bilgi ve internetten biraz okuma, gidilecek yerlerin kağıt çıkışları filan yanımızda kendimizi Nisan ayının 21’inde Sabiha Gökşen’de buluyoruz. Hava fena değil ama birkaç günlük tahminler özellikle Antakya ve çevresi için felaket gösteriyor. Yapacak birşey yok.

Antakya topraklarına hoş geldik

1.5 saatlik bir uçuştan sonra Antakya havaalanındayız. Beklemeden çıkıyoruz ve kiraladığımız araça atıyoruz kendimizi. Havaalanı ile şehir arası yaklaşık 30 km kadar. Bu yol boyunca yaklaşık 20 sene önce gelişlerimdeki sahneleri hatırlamaya çalışıyorum. Yoğun arap gırtlağı ve şivesi ile yapılan konuşmaların izleriyle dolu kulaklarım.

Şehre girince birkaç kişiye sorarak kalacağımız yeri buluyoruz. Hava kararmış durumda. Ve evet karşımızda o daracık sokaklarıyla eski Antakya. Kilisenin görevlisi Barbara hemen geliyor ve merakla beklediğimiz yere açıyor kapıyı. Kilisenin misafirhanesi acaba nasıl diye kurmadığımız hayal kalmadı. Tütsüler, ilahiler, çan sesleri, mumlar... Ama hayır, açılan kapı bizi çok güzel ve eski bir Antakya evinin avlusuna çıkartıyor. Hepimiz büyülenmiş durumdayız. Avlu ve iki yanında birbirinden bağımsız ikişer katlı iki bina. Avlunun içinde ağaçlar ve ortada tahta uzun bir masa. Kenardan iki ayrı binaya çıkmaya yarayan taş merdivenler. Üst katlardan biri bizim kalacağımız yer. Karşı taraf ise boş. Barbara anahtarları teslim edip gidiyor. Koca bina ve avlu şu an bize ait. Muhteşem...

Kaldığımız evin sürreel birleştirmesi


Meydanda Künfeye dikkat!

Hemen çantalarımızı bırakıp kendimizi sokağa atıyoruz. Saat gece 24.00. Hedef künefe. Dar sokaklardan yönümüzü kaybetmemek için dikkatli dikkatli kendimizi meydana atıyoruz. Meydan’da açık yerler var. Önce birşeyler yiyelim. Kelle paça, dürüm döner ve üstüne künefe. Gece ilk varış ve ilk karşılaşılan yerlere hücum. Aman dikkat sakın böyle yapmayın çünkü Antakya ve künefeye dair olumsuz düşünceler başgösterebilir. Zaten bizde de bir tartışma başlıyor, ‘Ya bu künefe Urfa’da daha güzel yapılıyor, orda yemek lazım’, ‘Yok abi, benim yediğim künefe böyle değil, daha iyileri vardır’, vs.

Yeni doğacak güne kendimizi hazırlamak için bu kötü deneyimi geride bırakmaya karar veriyoruz. Aynı labirentimsi dar sokaklardan bütün herşeyi unutturacak büyüleyicilikteki konağımıza dönüyoruz. Taş avluda kahve, votka keyfi düşen birkaç damla ile yerini ranzalı odalarımızda huzurlu bir uykuya bırakıyor. Gece kelimenin tam anlamıyla şakır şakır yağan yağmurun sesi ile geçiyor. Beklenen tayfun bu olsa gerek. Süper bir ses ve güzel hayaller...

Sabah saat 04.30. Karşıki dağdan yankısı dönüp şehre doğru giden canlı okunan bir sela ile uyanıyorum. Yağmur yağıyor ve güzel bir ses ile sela veriliyor. Mistik bir hava hakim. Hava aydınlanmamış daha. Uyumak gerek.

Aydınlık ve puslu bir sabaha kalkıyoruz. Günlerden Nisan’ın 22’si. Karşımızda Habib-i Neccar Dağı. Yoğun bir dumanın arkasında. Avlu ıslak ama o kadar yağan yağmurdan iz yok. Dağın silüeti önünde eski bir camiinin minaresi. Görüntü güzel. Ekip de uyandıktan sonra genel planı yapıyoruz. Önce kahvaltı, sonra günümüzü merkezdeki gezilecek yerlere ayırıp akşamımızı Harbiye’de yeme ve içmeye vereceğiz. Ertesi günün planı Samandağ ve Pazar günü kısmetse Halep. Pazartesi de gece dönmeden önce Nilüfer’in bir işi için kısa bir İskenderun ziyareti.

Duman, cami ve Habib-i Neccar dağı...


Önce kahvaltı. Ama buna ilişkin bir planımız yok. Keşke olsaymış. Çünkü sora sora bulduğumuz yer sıradan bir kahvaltı veriyor bize. Geceki künefeden sonra kahvaltı ile 2-0 mağlup durumdayız. Bir daha çalışmadığımız yerlerden gelen soruları es geçeceğiz. Yoksa Antakya hakkında olumlu düşünce oluşturmak oldukca güçleşecek.

Antakya sokaklarında


Affan Kahvesinde bir mola

Kahvaltı sonrası kahvemizi içmek için daha önceden tavsiye edilen bir kahveyi arıyoruz: Affan Kahvesi. Antakya’ya gitmeden önce aldığımız çeşitli brieflerde uğranması gereken yerlerin arasındaydı. Sora sora buluyoruz. Kaldığımız yerin üzerindeki Kurtuluş Caddesinde. Eski bir kahve, arka tarafta ufak bir bahçe/avlu mevcut. Sessiz, sakin. Çay bardaklarında getirilen kahve ve bizdeki su muhallebisi üzerine konan dondurma ile servis edilen Haytalı’larımızı yiyip içiyoruz. Haytalı’nın yanındaki aluminyum kaşıklar sonderece güzel ve dikkat çekici. 2 kuşak önceden yahudi bir ustanın işiymiş. Kahvehane genel olarak güzel ve sık sık uğranmaya değer bulunup ertesi günki kahvaltı için mekan olarak şimdiden tespit edildi bile.

Affan Kahvesi'nin avlu/bahçesi


Affan'ın gülleri


Arkeoloji Müzesi

Şimdi ilk hedefimiz mozaiklerin sergilendiği Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret etmek. Müze hemen meydanda, eski meclis binasının karşısında. Yeri kolay, giriş 8 TL. Girişte müze kart satılıyor ve kart 20 TL. Bir sene boyunca geçerli. Antakya’da diğer ziyaret edilecek yerler düşünüldüğünde almak mantıksız değil.

Müzeye girmeden küçük bir hediyelik eşya ve kitap satan dükkan var. Çıkınca ziyaret etmek daha iyi. İçerde bölgenin tarihine ışık tutan Hitit dönemine kadar uzanan çok çeşitli eşyalar mevcut. Fakat müzenin en önemli özelliği içinde barındırdığı mozaikler. Çoğu, bir biçimde tahrip edilmiş, çalınmış mozaikler oldukca detaylı bir biçimde dönemin özelliklerini gözler önüne seriyor. Müze dışında benzerlerinin ne kadar beceriksizce yapıldığını içerde gerçekleriyle karşılaşınca görüyoruz. Işığın ve detayların nasıl canlandırıldığını ve de ufak taşlarla nasıl eserler çıkarıldığını bir kısmını hayal gücümüzü kullanarak da olsa görebiliyoruz. Tarihe her yakınlaşıştı yaşanan heyecan ister istemez bünyeyi sarıyor. Müze görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.

Okeanos Tethys Mozaiyi


Tarihin ilk kilisesi

Müzeden çıktıktan sonra istikamet St Pierre Kilisesi. Kilise yaklaşık 2-3 km uzakta, Habib-i Neccar dağının eteklerinde. Gerçekte bir mağara. Bu mağara, İsa öldükten sonra Aziz Petrus’un gelerek ilk kez hristiyanları topladığı hatta bir adı olmayan topluluğa ‘Hristiyan’ adının ilk verildiği yer olarak biliniyor. Doğallığında da ilk kilise de burası oluyor. Zamanla dışına yapılan yapı ve iç kısımın oyularak genişletilmesi ile günümüzde hacı mertebesine erişmek için ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Girdiğimizde mağaranın içi oldukca kalabalık ve altarda bir rehberin ingilizce konuşuyor olduğunu gördük. Ne söylediğini anlamak için kalabalığın içine girdiğimizde anlatılanın mağaranın hikayesinden çok dini bir söyleve ait olduğunu anlayacak ingilizceme şaştım. Evet, altarın önünde duran şahıs içerdeki kalabalığı bir elinde incil vaaz veriyor ve herkes de huşu içinde dinliyordu. Vaaz bitince masada dağıtılan şarabı herkes içti ve fotoğraf çektirip gittiler. Etraftaki görevlilerden öğrendiğimize göre İncirlik Üssü’nden gelen bir grup Amerikalıymışlır ve özel izin ile papazlarını getirerek bu önemli mekanda ufak bir ayin düzenlemişler. Ne fantezi ama. Tarihin ilk vaazının verildiği yerde bir ayin düzenlemek. Gözler biraz daha dikkatli bakınca etrafta konuşlanmış sivil şahsiyetleri görüyor ve verilen iznin mahiyetini anlıyor. Kutsal ışık üstünde olsun...

Antakya Kalesi

Tarihi ve görülecek yerler turumuzun yeni rotası Antakya Kalesi. Habib-i Neccar Dağının tepesinde ama nasıl gideceğimize ilişkin çok emin değiliz. Bir tabeladan dağa doğru tırmanışa geçiyoruz ve tırmanışımız bizi dağın arkasından bir yerlere götürüyor. Ne tabela var ne de birşey. Tereddütlü bir şekilde giderken en sonunda bir tabela görüyoruz ve bozuk bir yoldan kendimizi dağın tepesinde buluyoruz. Yıkık kale kalıntılarının arasında çay içebileceğimiz bir tesis ve ayaklarımızın altında Antakya. Şehir ve ova bütün detaylarıyla gözlerimizin önünde. Eski şehir ile Asi nehrinin diğer yakası keskin bir şekilde ayrılmış. Diğer tarafta çok katlı binalar, dağın yamacında az katlı eski evler.

Kale'den görünüş

Bugünlük bu kadar kültür ve tarih yeter. Artık kendimizi rakının ve mezelerin kollarına atmak istiyoruz. Bekle bizi Harbiye.

Yaşa varol Harbiye

Kısa bir yolculuk sonucunda Harbiye’deyiz. Hava oldukca kapalı ve her an yağmur bastırabilir derken bastırdı. Vedat Milor’un izini mi sürmeliyiz yoksa aşağıya şelaleye mi inmeliyiz kararsızlığındayız. Bir tur atıyoruz ama yeter artık, mideler isyan ediyor ve doğru şelalelere seyirtiyoruz. Kendimizi Mozaik isimli suların içinden geçtiği, etrafa hoş şirinliklerin yayıldığı, kendimize ait bir odamsının içinde buluyoruz. Sofraya konan büyük rakıya saz arkadaşları olarak hem zeytinyağlı hem tereyağlı Humus, Tarator, Cevizli Biber, Kekik Salatası, Çiğ Köfte, Kağıt Kebabı, Ali Nazik eşlik ediyor. Üstten yağmurun damlaları ile alttan şelalenin sularının çıkarttığı sesler birbirine karışıyor. Tatlı bir sarhoşluk kaplıyor her birimizi. Yemek sonu gelen künefe, künefeye olan inancımızı tekrardan yapılandırıyor. Mekandan çıkarken dünden beri yediğimiz 2 gole böylesi bir golle cevap veriyor olmanın gururu var. 2-1 mağlubuz hala ama maçı çevireceğiz galiba.

Harbiye'nin suları ve mezeleri...

Gece bizi ertesi sabah Samandağ’a kavuşturacak. Merakla bekliyoruz.