9 Şubat 2015 Pazartesi

La Liga'nın en kötü maçına gittik: Valencia - Athletic Bilbao




9 Kasım 2014 Pazar
Valencia: 0 - Athletic Bilbao: 0

Vizeniz varsa ve karşınıza çıkan promosyon biletler aklınızı çelecek kadar ucuz ise durmanın anlamı yok. Bilet-tarih-maç eşleşmesini en hızlı şekilde yapıp promosyon bitmeden uçaktaki yeri garanti altına almak ile başlıyor her şey. Bilet alımını yaptıktan sonra işin eğlenceli kısmı seyahat organizasyonunu gerçekleştirmek. Bunun için en azından iki ayınız olduğundan çok yaymadan ama alternatifleri iyi değerlendirerek bir organizasyon yapmakta fayda var.

İşte, bizim Valencia seyahati de böyle bir çercevede gerçekleşti. THY’nin dönem dönem yaptığı promosyonlarda 99-119 Euro arasında uçtuğu yerler olduğunu görünce hemen lokasyonları önümüze dizdik ve Torino’da Juventusu izlemek ile Valencia’da Valencia’yı izlemek arasında seçim yapmaya kaldı iş. Torino’nun mevsimsel olarak soğuk ve gezecek daha kısıtlı yer olmasından dolayı rotamızı Valencia’ya çevirdik ve bir rakı sofrası muhabbeti iki tık ile gerçek bir haftasonu seyahatine dönüştü.

Airbnb’den tam şehir merkezinde kiralanan uygun bir ev ve rentalcars’dan kiralanan çok ucuz bir araba ile seyahat için gerekli dört bileşenden üçünü sağlamış olduk. Dördüncü de gezinin gerçek amacına götürecek şey olan maç biletiydi.

İspanya'da Passolig yok la!
Haftalar öncesinden İspanya’da maç bileti kovalama pratikleri yaparak Valencia’nın çeşitli maçlarına hangi sitelerden bilet alındığını keşfetmiş olmanın rahatlığıyla gideceğimiz maç olan Athletic Bilbao maçından önce Mestalla’da oynan son maçı bekliyorum. Her bilet evdeki maçtan hemen sonra satışa çıkıyor. Çıkıyor çıkmasına ama Bilbao maçının bileti bir türlü satışa çıkmıyor. Maç 9 Kasım Pazar. Maça altı gün kalmasına rağmen halen bilet satışa çıkmadı ve inceden bir telaş başladı derken biletler entrandas.com sitesinden satışa koyuldu. Biletix’den deneyimli parmaklar 2-3 browser denemeyle sınırlı sayıdaki yerlerden bileti almayı başardı. Tanesi 20 Euro’an Kuzey kale arkasındaki yerlerimizi de sağlama aldıktan sonra uçağın kalkacağı gün olan cumartesiyi beklemeye başladık. Bu arada internetten aldığınız bilete ne Passolig ne de benzer bir kart talebi var. Kredi kartınızla aldığınız bilete kişisel hiçbir bilgiyi verme durumuyla karşı karşıya kalmadan sahip olabiliyorsunuz. Bileti de mail adresinize gönderilen belgeyi basarak yanınıza alıp maça girebiliyorsunuz. Yani burdaki gibi bileti internetten al, Biletix gişesine git, kimlik kartı, kredi kartı eşleştirmesi yap, görevliye kendin olduğunu yalvar yakar anlat sonra da biletini al olayı yok. Mail, print ve maça git…

Sana geldik Valencia
Neyse, klasik bir THY yolculuğu ve 3.5 saat sonra Valencia havaalanına indik ve aracımıza kurulduk. Şehre çok yakın olan havaalanından kiraladığımız eve gitmemiz 15-20 dakikayı geçmedi gibi bir şey. Kiraladığımız ev eski şehrin tam göbeğinde, geniş ve rahat bir evdi. Oldcity denen bölge kafe, bar ve restoranlarla dolu turistik bir bölge. Ve cumartesi gece her yer tıklım tıklım dolu. Biz de bu kalabalığa kendimizi bırakıp çok mekan, az az ye-iç ekolüyle gece 03.00’de eve döndüğümüzde çokca içmiş olduğumuzun farkına anca varabildik. Valencia usülü Paella, şarap, bira, kalamar ana besinler olarak kalmak üzere değişik pek çok besini de bunların etrafına ekleştirerek geceyi tamamlamıştık.

Pazar günü maç günüyde ve günlük planımız önce Valencia stadı olan Mestalla’nın hemen yanında yer alan bit pazarını ziyaret etmek ve ardından da deniz kıyısına inmekti. Stada yaptığımız yolculuk çok uzun sürmedi ve bit pazarında yaptığımız gezinti ile tekrar yola koyulduk. Valencia bit pazarı Hamburg’un bit pazarı gibi değildi. Biraz hayal kırıklığı yarattı açıkcası.

Ve Akdeniz
Deniz kıyısına indiğimizde uzun ve geniş kumsal ile Akdeniz’in batı kıyıları karşımızdaydı. Kumsal kenarına sıralanmış restoranlardan birine oturup Sangria, kalamar, Paella üçlemesi ve dolgu yapan yiyecekler eşliğinde kumsal turumuzu bitirip arabayla Valencia’nın simgesi olan bilim müzesi panoromik turunu yaptık ve kendimizi hemen stadın yanına attık. Artık maça 3 saat kalmıştı ve stadın yanına gidip bira içme vaktiydi. Erken gidelim ki arabayı da park edecek yeri bulalım dedik ve kolayca yerimizi bulduk. Saat 16.00 ve stadın etrafındaki boşluk bizi şaşırtmadı değil. Sanki Passolig çıkmış ve kimse maça gelmeyecekmiş havası hakimdi. Resmi Valencia mağazası ve stadın etrafını tavaf işini yaptıktan sonra Mestalla’nın hemen yanında yer alan 2-3 bardan biri olan Manolo’nun barına oturduk. Manolo El Del Bombo İspanyol milli takımının meşhur amigosu. Bizdeki Amigo Biral gibi. Kendisi de barda.

Manolo El Del Bombo

Manolo Amigoluk yaparken
Erkenden stada
Maç saati yaklaştı ve saat 17.30 gibi etraf kalabalıklaşmaya başladı. Tam barın önü Curva Nord tayfanın toplaşma alanı. Gençler Curva Nord atkılarıyla geldiler ve biraz sonra stadın ön kapısına gelecek olan Athletic Bilbao otobüsünü beklemeye başladılar. Etrafta Bilbao formalı çok insan var. Valencia tribünlerinin tek grubu Curva Nord’un toplaşma yerindeyiz ama arada Bilbao formasıyla takılanlar da var. Şaşırtıcı. Derken bir gürültü kopuyor ve takım otobüsü geliyor. Ardından da Bilbao otobüsü. Ortalığı bir anda ‘Viva Espana’ marşı kaplıyor. Bilbaolular Bask ve Valencialılar da kendilerini İspanyol olarak görüyorlar ve gelen misafirlerini İspanya marşıyla karşılayarak bir nevi tepki ve portesto düzenliyorlar.

O anda az önce yağan yağmurun etkisiyle çok net bir gökkuşağı stadın üstünde bir köprü oluşturuyor ve ortaya çok şiirsel bir görüntü çıkıyor. Gökkuşağı sanki Valencia FC’nin renklerini de temsil ediyor. Nasıl diyeceksiniz? Ben size sorayım, Valencia FC’nin renkleri nedir? Yolda giderken aramızda sohbetini yaptık bizde ve her kafadan ayrı ses çıktı. Siyah-beyaz, turuncu-siyah, sarı-kırmızı, mavi-beyaz, hepsi?.. Kulübün renkleri konusunda bir netliğe kavuşamadan bu gökkuşağı sanki bize cevabı yapıştırdı gibi.

Gökkuşağı renkleri ile bezeli Mestalla
Gireceğimiz kapıyı önceden bulduğumuz için içeri girişimiz kolay oldu. Cebimizdeki fotokopileri basit turnikelerdeki barkod okuyan cihazlara okutup içeri girmek bir dakika sürmedi. Herhangi bir arama tacizine de uğramadan yukardaki yerimize doğru tırmandık ve tribündeki yerimizi aldık. Artık klasik oldu, yazmadan geçmeyelim; Maçın başladı ama stad halen boş ve 5. dakika dolarken stad da dolmaya başlıyor ve sonra full.

Curva Nord
Curva Nord karşımızdaki kale arkasında en alt bölümde. O tribün yaklaşık bin kişilik falan ve tamamen Curva Nord’a ayrılmış. Hemen kalenin arkasındalar. 90 dakika susmadan bağırdılar ve stad çok nadir eşlik etti. Adamlar az ama iyiler. Tezahüratları çoğunlukla bildik besteler ve hareketli ezgiler.  Tek şanssızlıkları maçta gol olmaması ve daha büyük bir coşkuyu paylaşmamalarıydı. Arada aşağıdan yukarı doğru bir kişiyi rock konseri misali eller üzerinde tribünde dolaştırmaları falan eğlenceli işlerdi. Bir de bulundukları tribünün esasında Nord değil de Süd olması da ilginç bir tezattı.

Maça gelince, Valencia bu haftaya kadar Real’in ardından ikinci olarak liderlik mücadelesine ortak olmuştu. Bilbao’da diplerdeydi. Ama maçta daha derli toplu bir Bilbao ve bal yapmayan bir Valencia vardı. Maç boyunca 1-2 organize atak dışında neredeyse pozisyonsuz ve de zevksiz bir maç izledik. Golsüz beraberlik ile stadı terkettik.

Mestalla
Stada gelecek olursak, Mestella stadı televizyondan gördüğüm kadarıyla bana hep ilginç gelmişti. İlginçliği, tribünlerin çok dik olmasıydı. İçinden bakınca bu diklik daha belirgin hale geliyor. Üç tribünün üstü açık ve üzeri kapalı olan tribünden daha yüksek. (Bizim gibi şansınıza yağan yağmur düşerse üzerinin açık olması işinize gelmiyor.) Deplasman tribünü bizim bulunduğumuz tarafta ve güvenlik önlemi öyle abartılı boyutta değil. Stadın dışına Valencia’nın efsane futbolcularının resimleri ve Valencia’nın kazandığı şampiyonlukların olduğu büyük posterler asmışlar. Dışardan etrafını dolaştığınızda Valencia’nın başarı tarihini de gördüğünüz bir açık hava müzesini gezmişsiniz hissine sahip oluyorsunuz.

Mestalla 55.000 kişilik

Atkıcılar olmazsa olmaz

Stadın dışından Valencia FC'nin tarihini takip etmek mümkün
Maçın ardından stadın yanında kurulmuş fanzone’da biraz vakit geçirip soluğu tekrar Oldcity’de alıp ertesi gün uçak kalkana kadar bira-etrafta dolanma ritüellerimizi devam ettirdik.

Valencia’da maç deneyimi açısından bir değerlendirme yapacak olursam, stadın dolu olması güzel bir ortam için gerekli zemini hazırlıyor fakat maç havasını solumak açısından alıştığımız maç günü görüntülerini ya görmüyoruz ya da çok kısa bir süre sürüyor. Maç, insanların vakit geçirdiği, sosyalleştiği bir etkinlikten çok sadece bir spor karşılaşması etkinliği havasında görülüyor. Tutkudan çok seyir eylemi daha hakim. Bu da benim gibi tutkuyu ön planda tutan futbol taraftarları açısından tercih edilecek bir şey değil gibi. Kötü mötü ama en nihayetinde bir La Liga mücadelesi. Şansızdık belki de.


Valencia'da ne var?
Şehir olarak da Valencia bulunduğu sahil ile bir yaz şehri. Şehrin tarihi dokusu, mimarisi klasik bir Akdeniz şehri yapısında. Gezecek yer olarak baktığınızda müzeler, tarihi yerlerle dolu bir şehir değil. Sanat ve Bilimler Sitesi denen kompleks sonradan şehre kazandırılmış bir alan ve burada müze, akvaryum gibi merak edenlerin göreceği kimi şeyler mevcut. Bir diğer alan da şehrin içinden geçen ama sık sık taştığı için yatağı değiştirilen nehrin yeşil alan yapılmış hali. Bunlar dışında sokaklar, cafeler, restoranlar, barlar…

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Yolumuz Antakya'ya düştü...



Antakya Yolculuğu (22-25 Nisan 2011)
İnternetten gelen ucuz bilet çağrıları seslenmese herhalde oturup gezi planı yapmayacağız diye düşünmeye başladım. ‘Aaaa, ucuz bilet var atlayın gidelim!..’, ‘O paraya gitmesek ayıp olur...’... Nasıl baştan çıkaran teklif ve davetler. Demek bu kafada genç olsak ya da gençken bu kafada olsaydık ya da gençken dünyayı kurtarırken biraz da tanımaya çalışsaydık ya da... amaaaan koy ver gitsin, olan olmuş geri dönüş yok hep ileri.

Yine bir mail ve çok ucuz olduğunu iddia eden yurtiçi bilet oltası. Ve de kanmaya hazır bünyeler. ‘Gördün mü maili?’, ‘Gördüm gördüm.’, ‘Ne diyorsun?’.... filan falan diye uzayan mailleşmeler sonucu Antakya’da karar kılınan ve hemen satın alınan bir yolculuk planı. Gidiş tarihi Nisan’ın 21’i.

Antakya... Gençliğimde çok gittiğim ama bir türlü gezmeye fırsat bulamadığım şehir. Plan, antakya’ya kadar gitmişken bir gün de görülesi şehir Halep’e geçmek. Hazır vize kalkmışken ve de bu kadar yakınına gitmişken görmemek olmaz. Çok bahsini duyduğum ve birkaç gezi programında izlediğim şehri görmek için iyi bir fırsat.

Hareket tarihi yaklaştıkca Antakya planları da yapılmaya başlanıyor. Gezi kadromuzu Özlem, Deniz, Nilüfer ve Mustafa oluşturuyor. Plan yapmaya başlanıyor dediysem de öyle detaylı bir şey yok ortada. Sadece yenecek künefe ve yemeklerin planı. Tesadüf bu ya tam gitmeden öncek hafta NTV’nin benden bol küfür alan yemek programcası şahsiyeti Vedat Milor da Antakya’ya gidip oraların yemeklerini yemez mi. Hemen gittiği yerlerin ve yediklerinin notları alınıyor. Bu adam tam bir ****... (Ayıp kardeşim yahu. Yiyen var yiyemiyen var J)

Kalacak yer olarak kendimize Katolik Kilisesi’nin misafirhanesini buluyoruz. Geceliği adam başı 30 TL. Nasıl bir yer herhangi bir bilgimiz yok. Ama fiyat diğer kalınacak yerlere göre iyi. Havaalanından araç kiralamayı da hallettikten sonra geriye gidiş tarihini beklemek kalıyor.

Etraftaki Antakya’lılardan az bir bilgi ve internetten biraz okuma, gidilecek yerlerin kağıt çıkışları filan yanımızda kendimizi Nisan ayının 21’inde Sabiha Gökşen’de buluyoruz. Hava fena değil ama birkaç günlük tahminler özellikle Antakya ve çevresi için felaket gösteriyor. Yapacak birşey yok.

Antakya topraklarına hoş geldik

1.5 saatlik bir uçuştan sonra Antakya havaalanındayız. Beklemeden çıkıyoruz ve kiraladığımız araça atıyoruz kendimizi. Havaalanı ile şehir arası yaklaşık 30 km kadar. Bu yol boyunca yaklaşık 20 sene önce gelişlerimdeki sahneleri hatırlamaya çalışıyorum. Yoğun arap gırtlağı ve şivesi ile yapılan konuşmaların izleriyle dolu kulaklarım.

Şehre girince birkaç kişiye sorarak kalacağımız yeri buluyoruz. Hava kararmış durumda. Ve evet karşımızda o daracık sokaklarıyla eski Antakya. Kilisenin görevlisi Barbara hemen geliyor ve merakla beklediğimiz yere açıyor kapıyı. Kilisenin misafirhanesi acaba nasıl diye kurmadığımız hayal kalmadı. Tütsüler, ilahiler, çan sesleri, mumlar... Ama hayır, açılan kapı bizi çok güzel ve eski bir Antakya evinin avlusuna çıkartıyor. Hepimiz büyülenmiş durumdayız. Avlu ve iki yanında birbirinden bağımsız ikişer katlı iki bina. Avlunun içinde ağaçlar ve ortada tahta uzun bir masa. Kenardan iki ayrı binaya çıkmaya yarayan taş merdivenler. Üst katlardan biri bizim kalacağımız yer. Karşı taraf ise boş. Barbara anahtarları teslim edip gidiyor. Koca bina ve avlu şu an bize ait. Muhteşem...

Kaldığımız evin sürreel birleştirmesi


Meydanda Künfeye dikkat!

Hemen çantalarımızı bırakıp kendimizi sokağa atıyoruz. Saat gece 24.00. Hedef künefe. Dar sokaklardan yönümüzü kaybetmemek için dikkatli dikkatli kendimizi meydana atıyoruz. Meydan’da açık yerler var. Önce birşeyler yiyelim. Kelle paça, dürüm döner ve üstüne künefe. Gece ilk varış ve ilk karşılaşılan yerlere hücum. Aman dikkat sakın böyle yapmayın çünkü Antakya ve künefeye dair olumsuz düşünceler başgösterebilir. Zaten bizde de bir tartışma başlıyor, ‘Ya bu künefe Urfa’da daha güzel yapılıyor, orda yemek lazım’, ‘Yok abi, benim yediğim künefe böyle değil, daha iyileri vardır’, vs.

Yeni doğacak güne kendimizi hazırlamak için bu kötü deneyimi geride bırakmaya karar veriyoruz. Aynı labirentimsi dar sokaklardan bütün herşeyi unutturacak büyüleyicilikteki konağımıza dönüyoruz. Taş avluda kahve, votka keyfi düşen birkaç damla ile yerini ranzalı odalarımızda huzurlu bir uykuya bırakıyor. Gece kelimenin tam anlamıyla şakır şakır yağan yağmurun sesi ile geçiyor. Beklenen tayfun bu olsa gerek. Süper bir ses ve güzel hayaller...

Sabah saat 04.30. Karşıki dağdan yankısı dönüp şehre doğru giden canlı okunan bir sela ile uyanıyorum. Yağmur yağıyor ve güzel bir ses ile sela veriliyor. Mistik bir hava hakim. Hava aydınlanmamış daha. Uyumak gerek.

Aydınlık ve puslu bir sabaha kalkıyoruz. Günlerden Nisan’ın 22’si. Karşımızda Habib-i Neccar Dağı. Yoğun bir dumanın arkasında. Avlu ıslak ama o kadar yağan yağmurdan iz yok. Dağın silüeti önünde eski bir camiinin minaresi. Görüntü güzel. Ekip de uyandıktan sonra genel planı yapıyoruz. Önce kahvaltı, sonra günümüzü merkezdeki gezilecek yerlere ayırıp akşamımızı Harbiye’de yeme ve içmeye vereceğiz. Ertesi günün planı Samandağ ve Pazar günü kısmetse Halep. Pazartesi de gece dönmeden önce Nilüfer’in bir işi için kısa bir İskenderun ziyareti.

Duman, cami ve Habib-i Neccar dağı...


Önce kahvaltı. Ama buna ilişkin bir planımız yok. Keşke olsaymış. Çünkü sora sora bulduğumuz yer sıradan bir kahvaltı veriyor bize. Geceki künefeden sonra kahvaltı ile 2-0 mağlup durumdayız. Bir daha çalışmadığımız yerlerden gelen soruları es geçeceğiz. Yoksa Antakya hakkında olumlu düşünce oluşturmak oldukca güçleşecek.

Antakya sokaklarında


Affan Kahvesinde bir mola

Kahvaltı sonrası kahvemizi içmek için daha önceden tavsiye edilen bir kahveyi arıyoruz: Affan Kahvesi. Antakya’ya gitmeden önce aldığımız çeşitli brieflerde uğranması gereken yerlerin arasındaydı. Sora sora buluyoruz. Kaldığımız yerin üzerindeki Kurtuluş Caddesinde. Eski bir kahve, arka tarafta ufak bir bahçe/avlu mevcut. Sessiz, sakin. Çay bardaklarında getirilen kahve ve bizdeki su muhallebisi üzerine konan dondurma ile servis edilen Haytalı’larımızı yiyip içiyoruz. Haytalı’nın yanındaki aluminyum kaşıklar sonderece güzel ve dikkat çekici. 2 kuşak önceden yahudi bir ustanın işiymiş. Kahvehane genel olarak güzel ve sık sık uğranmaya değer bulunup ertesi günki kahvaltı için mekan olarak şimdiden tespit edildi bile.

Affan Kahvesi'nin avlu/bahçesi


Affan'ın gülleri


Arkeoloji Müzesi

Şimdi ilk hedefimiz mozaiklerin sergilendiği Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret etmek. Müze hemen meydanda, eski meclis binasının karşısında. Yeri kolay, giriş 8 TL. Girişte müze kart satılıyor ve kart 20 TL. Bir sene boyunca geçerli. Antakya’da diğer ziyaret edilecek yerler düşünüldüğünde almak mantıksız değil.

Müzeye girmeden küçük bir hediyelik eşya ve kitap satan dükkan var. Çıkınca ziyaret etmek daha iyi. İçerde bölgenin tarihine ışık tutan Hitit dönemine kadar uzanan çok çeşitli eşyalar mevcut. Fakat müzenin en önemli özelliği içinde barındırdığı mozaikler. Çoğu, bir biçimde tahrip edilmiş, çalınmış mozaikler oldukca detaylı bir biçimde dönemin özelliklerini gözler önüne seriyor. Müze dışında benzerlerinin ne kadar beceriksizce yapıldığını içerde gerçekleriyle karşılaşınca görüyoruz. Işığın ve detayların nasıl canlandırıldığını ve de ufak taşlarla nasıl eserler çıkarıldığını bir kısmını hayal gücümüzü kullanarak da olsa görebiliyoruz. Tarihe her yakınlaşıştı yaşanan heyecan ister istemez bünyeyi sarıyor. Müze görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.

Okeanos Tethys Mozaiyi


Tarihin ilk kilisesi

Müzeden çıktıktan sonra istikamet St Pierre Kilisesi. Kilise yaklaşık 2-3 km uzakta, Habib-i Neccar dağının eteklerinde. Gerçekte bir mağara. Bu mağara, İsa öldükten sonra Aziz Petrus’un gelerek ilk kez hristiyanları topladığı hatta bir adı olmayan topluluğa ‘Hristiyan’ adının ilk verildiği yer olarak biliniyor. Doğallığında da ilk kilise de burası oluyor. Zamanla dışına yapılan yapı ve iç kısımın oyularak genişletilmesi ile günümüzde hacı mertebesine erişmek için ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Girdiğimizde mağaranın içi oldukca kalabalık ve altarda bir rehberin ingilizce konuşuyor olduğunu gördük. Ne söylediğini anlamak için kalabalığın içine girdiğimizde anlatılanın mağaranın hikayesinden çok dini bir söyleve ait olduğunu anlayacak ingilizceme şaştım. Evet, altarın önünde duran şahıs içerdeki kalabalığı bir elinde incil vaaz veriyor ve herkes de huşu içinde dinliyordu. Vaaz bitince masada dağıtılan şarabı herkes içti ve fotoğraf çektirip gittiler. Etraftaki görevlilerden öğrendiğimize göre İncirlik Üssü’nden gelen bir grup Amerikalıymışlır ve özel izin ile papazlarını getirerek bu önemli mekanda ufak bir ayin düzenlemişler. Ne fantezi ama. Tarihin ilk vaazının verildiği yerde bir ayin düzenlemek. Gözler biraz daha dikkatli bakınca etrafta konuşlanmış sivil şahsiyetleri görüyor ve verilen iznin mahiyetini anlıyor. Kutsal ışık üstünde olsun...

Antakya Kalesi

Tarihi ve görülecek yerler turumuzun yeni rotası Antakya Kalesi. Habib-i Neccar Dağının tepesinde ama nasıl gideceğimize ilişkin çok emin değiliz. Bir tabeladan dağa doğru tırmanışa geçiyoruz ve tırmanışımız bizi dağın arkasından bir yerlere götürüyor. Ne tabela var ne de birşey. Tereddütlü bir şekilde giderken en sonunda bir tabela görüyoruz ve bozuk bir yoldan kendimizi dağın tepesinde buluyoruz. Yıkık kale kalıntılarının arasında çay içebileceğimiz bir tesis ve ayaklarımızın altında Antakya. Şehir ve ova bütün detaylarıyla gözlerimizin önünde. Eski şehir ile Asi nehrinin diğer yakası keskin bir şekilde ayrılmış. Diğer tarafta çok katlı binalar, dağın yamacında az katlı eski evler.

Kale'den görünüş

Bugünlük bu kadar kültür ve tarih yeter. Artık kendimizi rakının ve mezelerin kollarına atmak istiyoruz. Bekle bizi Harbiye.

Yaşa varol Harbiye

Kısa bir yolculuk sonucunda Harbiye’deyiz. Hava oldukca kapalı ve her an yağmur bastırabilir derken bastırdı. Vedat Milor’un izini mi sürmeliyiz yoksa aşağıya şelaleye mi inmeliyiz kararsızlığındayız. Bir tur atıyoruz ama yeter artık, mideler isyan ediyor ve doğru şelalelere seyirtiyoruz. Kendimizi Mozaik isimli suların içinden geçtiği, etrafa hoş şirinliklerin yayıldığı, kendimize ait bir odamsının içinde buluyoruz. Sofraya konan büyük rakıya saz arkadaşları olarak hem zeytinyağlı hem tereyağlı Humus, Tarator, Cevizli Biber, Kekik Salatası, Çiğ Köfte, Kağıt Kebabı, Ali Nazik eşlik ediyor. Üstten yağmurun damlaları ile alttan şelalenin sularının çıkarttığı sesler birbirine karışıyor. Tatlı bir sarhoşluk kaplıyor her birimizi. Yemek sonu gelen künefe, künefeye olan inancımızı tekrardan yapılandırıyor. Mekandan çıkarken dünden beri yediğimiz 2 gole böylesi bir golle cevap veriyor olmanın gururu var. 2-1 mağlubuz hala ama maçı çevireceğiz galiba.

Harbiye'nin suları ve mezeleri...

Gece bizi ertesi sabah Samandağ’a kavuşturacak. Merakla bekliyoruz.



21 Mart 2010 Pazar

Futbol Hacıları 3: Ayağım Lazio'ya uğurlu gelmedi.



7 Şubat 2010 Pazar
Lazio: 0 Catania: 1

Kısa sürede örgütlenen bir Roma gezisiydi. Ucuz biletin (25 Euro) denk düştüğü tarih aralığı 3-8 Şubat ve o tarihlere denk düşen maç da Lazio-Catania maçıydı. Roma malum 2 takımlı bir şehir ve biri içerde diğeri dışarda ama her haftasonu mutlaka maç mevcut. Aynı stadı paylaştıkları için uygulama bu şekilde. Keza Milano’nun İnter ve Milan’ı gibi. Diğer yandan 2 takımlı şehirlerde genelde biri içerde oynarken diğeri dışarda oynuyor ve gittiğiniz vakit büyük ihtimalle bir maça denk gelebiliyorsunuz.

Gittiğimiz şehir Roma ama şehrin iki takımından ikisi de benim için çekici değil. Biri Roma, malum renklerinden diğeri de Lazio, tarihinden kaynaklı bir iticilik var ama diğer yandan tribün kültürü acısından her ikisi de belli bir ilgiyi hak ediyorlar. İlk yurtdışı maç deneyimimi Barcelona ile Nou Camp’da yaşadıktan sonra Roma Olimpiyat Stadı’na gerçek bir maç deneyimi gözüyle bakıyorum.

2009’un Nisanında Barcelona’ya giderken o tarihlerdeki maçı araştırmış ve internet üzerinden kolayca bilet alabilmiştik. Bu sefer internetten bilet alma imkanı o kadar rahat değil. Kulüp üzerinden bir online satış bulamamak bir yana maçın biletleri pek çok siteden yasal olarak karaborsa satılıyor. Daha doğrusu belli bir komisyon ödemesi yaparak alabiliyorsunuz ama ne gerek var. Allahın laziosu, sanki dolu tribüne oynuyor. Giderim bir şekilde bulurum bileti diyorum.

Gitmeden önce çeşitli forumlardan ve dergilerden Roma’da maça gitmek üzerine çeşitli yazılar okuyorum. Bir kısmı tehlikeden filan bahsediyor ama tribün deneyimi olan herkes için tribün tribündür diye düşünüyorum. Her ne kadar içimde birtakım soru işaretleri taşısam da.

Okuduklarımdan maç biletinin Lazio’nun Fanshop’un da satıldığı sonucunu çıkartarak Roma’ya gittiğimde bu Fanshop’u bulmak üzere ilk planı yapıyorum.

Gitmeden önceki hafta işlerin alabildiğine yoğun olması üzerine pek araştırma fırsatı yakalayamamanın cezasını Perşembe günü gece bir barın kapısındaki yazı ile çekiyorum. Yazıya göre o gece Roma’nın maçı mevcut. Bir gidişte hem Roma hem de Lazio’yu izleme daha doğrusu Curva Sud ve Curva Nord’u ziyaret etme şansını kaçırıyorum. Kısmet değilmiş.

Gideceğim maç 7 şubat Pazar günü. Bileti Cuma ya da Cumartesi almayı planlıyorum. Cuma ancak Cumartesi gününün planını yaparak geçiriyorum. Lazio’nun official dergisini alarak koca şehir merkezinde tek olan Lazio Fanshop’un adresini buluyorum ve Cumartesi sabahtan kapısında dikiliyorum. Ufak bir dükkan bu Fanshop. Ve de maalesef bilet satılmıyor. Görevli kadın tarzanca anlatıyor bunu ve yine aynı dilde biletin nerede satıldığını ifade ediyor bana. Ben de aynı dilin farklı bir şivesiyle ona bunu haritada belirtmesini rica ediyorum filan derken merkezin biraz dışındaki Stadio Olimpico’nun çok yakınındaki bir yeri işaretleyip bir kağıda adresi yazıveriyor.

Yeni hedefim stadın yakınındaki mağaza. Zamanım kısıtlı keza diğerleriyle randevulaşmışız ve yabancı bir şehirde kimse kaybolmayı istemez.

Stadın oraya 2 numaralı otobüsün gittiğini biliyorum ama gelen 2B numaralı bir tramvay. Ön rakkamlar aynı olduğuna göre gittikleri yerler de yakındır felsefesinden hareketle atıyorum kendimi tramvaya ve elimdeki turistik haritadan GPS’liyerek yönümü ve doğrultumu kaybetmeden işaretli yerin yakınına ve de dolayısıyla mağazaya kadar varıyorum. Burası diğerine göre daha büyük ve düzgün bir mağaza ama yine de çok büyük değil. Hatta şöyle söyleyim, AS Roma’nın dergisinden şehirde 15-16 tane mağazası olduğunu kah okuyarak kah görerek anlıyorsunuz. Lazio’nun ise okuduğumla 1 tarif edilen bunun ile 2 tane mağazası var. Bu şehirde Lazio’lu olmak çok zor be. (Barcelona’ya gittiğimde de Espanyol’lu olmanın ne kadar zor olduğunu düşünmüştüm. Ve ilginçtir bu yönleri ile bir sempati olmadı değil.)

Bilet almak istediğimi söyleyince tezgahtar önünüze stadın krokisini koyuyor ve başlıyor fiyatları saymaya. Saymadığı tek tribün CurvaNord. Adama orayı soruyorum, yok diyor. Yahu diyorum orada olmayacaksam niye gideyim diyorum. Ora olmaz diyor ve maraton tarafını gösteriyor. Ben ısrar edince de orta bölümün kombineli olduğunu söylüyor. Tamam ora kombineli ama ya onun yanı? Eleman tamam diyor ama yine son bir gayret Curvasud’u gösteriyor. Neyse 15 euroya alıyorum CurvaNord’dan bileti. Pasaportumu alarak bilgisayara işliyor.

Maç Pazar oranın saatiyle 15.30’da. Gözünü sevdiğim gündüz maçları. Yaban elde gündüz gözüyle yolumuzu yönümüzü bulacağız. Amacım maçtan en az 1 saat önce stadın orada olmak ama beceremiyorum. Hava çok güzel ve evdeki hesap çarşıya uymuyor. Yine bldiğim tramvay olan 2B ile stada doğru yollanıyorum. Yollar aşırı kalabalık değil. Maça rağbet pek yok. Zaten Lazio’nun durumu da içler acısı. Son durakta inince kalabalığın içine katıyorum kendimi. Hemen durağın orada bir park var ve bir miktar kalabalık var. Ama maç ile alakalı değil. Daha çok buradaki göçmenlerin Pazar buluşması gibi. Çoluk çocuk, kadın erkek herkes parkta konuşuyorlar, oturuyorlar, kimi çay kimi bira içiyor. Ben geriliyorum. Malum, maç Lazio’nun ve bunların ne yapacağı belli olmaz. Ama diğer yandan da rahatlatıyorum kendimi. Göçmenlerin de buradaki ilk Pazar buluşmaları değildir herhalde.


Stada gidiş yolu


Stad klasiği: Atkı tezgahları

Neyse, uzakta Stadio Olimpico gözüküyor. Dışarda birkaç tane atkıcı var. Neresi Sud neresi Nord bilmiyorum. İlk kapı Sud. Elimde biletle gidiyorum. O kapıdan girip giremiyeceğimi soruyorum. Kapı dediysem de stadın çevresine giriş kapısı. Görevli girebileceğimi söylüyor ve tabelalara bakarak diğer taraftaki tribüne doğru yönleniyorum.


Stadio Olimpico

Stadın etrafı oldukça güzel. Yerler mozaik gibi. Etraf heykel dolu. CurvaNord’un kapısına gelince kuyruk başlıyor. Elimde bilet etrafı kesiyorum. Sonuçta buranın acemisiyiz. Kapıya yaklaşınca herkesin kendi biletini kapıya okuttuğunu görüyorum. Daha doğrusu kombinelerini. Bilet okutan pek yok. Yani taklid edeceğim kimse bulamıyorum. Barkodu üste getirip sokuyorum herkesin soktuğu yere ve yeşil yanıyor. Geçiyorum. Kısa bir polis aramasından sonra içerdeyim.

İçeri girerken özellikle gençlerin ‘göbeğe dolama’ şeklinde atkı takışlarını görünce beni bir gülme tutuyor. İçerde de pekçok genci o şekilde görünce acaba diyorum ‘Ver Leftere’ fanzinde yazdığımız yazı buralara kadar ulaştı mı diye düşünmeden edemiyorum.


Göbeğe dolama atkı takış biçimi (En sondaki çocuğun sağ üstündeki sticker'a dikkat!)

Ve Stadio Olimpico, Namı diğer Roma Olimpiyat Stadı. Bizim Olimpiyat stadı ile kıyas götürmeyecek kadar daha stad. CurvaNord neredeyse full. Maraton tribün hemen hemen dolu. Karşı, bizdeki Fenerium tribüne denk düşen tribün seyrek, CurvaSud ise sağtarafında 200-300 kişi gelmiş Catanialılara karşı sol tarafta bir miktar münferit ile birlikte neredeyse bomboş. Bana bilet satanın beni göndermek istediği tribüne bak hele. Bilmiyor muyuz biz neyin ne olduğunu.




CurvaNord


Bayrak serbest

CurvaNord’un ortası yani kombineli yerler ful. Ve o bölgenin hakimi irriducibili. Bu irriducibili bizdeki GFB gibi. Stadın her yanında bunların çeşitli ürünlerini giyen tonla insan var. Herkes irriducibili.

CurvaNord'dan enstantane videosu


Herkes Irriducibili

Maç başlarken açılan sopalılar gayet güzel ve de sallanan bayraklar. Zaten maça gidiş esnasında stada yaklaşırken 80’lerin maça gidiş sahnelerine benzer görüntüler mevcuttu. Ellerinde dürülmüş bayraklarla maça giden insanlar. İçerde de çeşitli çap ve ebatta ve de değişik bayrak sallanıyor. Özgürce tabii. Hoş görüntüler. Ambians oldukca güzel. Stad dolu olsa demek nası bir hava olacak burada.

CurvaNord videosu



Bayrak ve pankart olmadan tribün olmuyor. Yetkililer duyun bu sesi...

Maç oldukca sıkıcı. Zaten takip ettiğim bir takım değil ikisi de. Kimseyi tanımıyorum. Olmayan pozisyonları izleyeceğime tribünü seyrediyorum. Ortanın ortası sürekli bağırıyor. Sette 2 eleman var. Onlar organize ediyorlar ortamı. Uzak köşe de de bir grup var arada onlar da giriyorlar. Dönem dönem tüm stada yayılan ve anladığım kadarıyla sevilen tezahüratlar dışında genelde sadece CurvaNord’un ortası bağırdı.


Gabriel'in resmi CurvaNord'un ortasında

Catania'lıların deplase tribünü

İkinci yarı başlarken önce Catania’lılardan hemen arkasından da CurvaNord’dan atılan ses bombalarıyla herkes bağırmaya başladı. Bir nevi saldırı ve karşı saldırı gibiydi ama bombalar da bombaydı vallaha, öyle torpil filan değildi.


Ses bombasının atıldığı an

62. Dakikada Maxi Lopez’in golü ile öne geçti Catania ve maç da bu skorla bitti. Golü yedikten sonra başlayan protestolar 75. Dakikada pankartları sökmeye vardı. 76. Dakikada stadda pankart kalmamıştı. Maç sonunda da yerdeki kağıtları yakmaya başladılar. Sanırım yönetime ve teknik direktöre oldukça fazla küfür de ettiler. Bu sonuçla Lazio o hafta sondan ikinci oldu.


Ayıp olmasın diye maçtan bir görüntü

Önüne gelen Roma'yı yakıyor

Staddan çıkarken CurvaNord’dan çıkan 10-15 kişilik bir grup koşarak Catania’lıların tarafa doğru gitti ama sonucu nedir bilmiyorum. Bir de 8-10 kişilik bir grubu durakların oradaki parka giderken ‘Duce, Duce’ diye bağırırken gördüm ki ‘oh be’ dedim içimden yoksa azınlık psikolojisine kurban gidebilirdim J

Roma Notları

Yazılarda değinmediğim ama bence önemli olan kimi noktaları es geçmemek gerek.

- Öncelikle çizgi roman tutkunlarına. İtalyan çizgi roman tutkunları için italyanca bilmemek işkence gibi. Bütün gazete bayiilerinde bir çizgi roman bölümü mevcut (hele Termini tren istasyonundakini görmelisiniz) ve çoğu bizde de olan ama bir kısmı olmayan ve insanda derin merak uyandıran ve de Julia gibi artık yayınlanmayan çizgi romanları görünce insan delirmiş gibi oluyor. Tex’in süper star muamelesi görmesi ise ayrıyetten sevindirici




- Müzelerdeki çoğu görevli ya yabancı dil bilmiyor ya da Berlusconi’nin köylüsü filan. Bu kadar mı kaba ve anlayışsız olur görevliler pes doğrusu. Sanki müzelere girince her şeye zarar verecekmişsiniz duygusu uyandırıyorlar insanda ve de bir o kadar da antipatikler.

- Trafiğin hep keşmekeş olduğu söylenir Roma’da ama ya bizim bulunduğumuz bölge bunun dışında ya da İstanbuldan sonra trafik hiçbir yerde sorun olarak gözükmüyor.

- Bir de trafik demişken, yayaya korkunç bir saygı var. Ya kanunlar ve cezalar ile (kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum) ya da insana saygı gereği. Kırmızı ışıkta bile karşıdan karşıya geçmeye kalksanız araçlar duruyor ve geçmenizi bekliyor. Siz geçmeden geçen olmuyor. Şaşırtıcı. Gerçi Avrupa’da hep böyle ama İtalya için hep farklı söyleniyordu.

- Bütün rehber kitaplarda hırsızlık üzerine çok şey var. İstanbul tecrübesi ile bunlarla karşılaşmak çok düşük olasılık.

- Yemeklerden önce mutlaka Bruschetta isteyin. Kızarmış sarımsaklı ekmek üzeri zeytinyağ ve domates. Ama mükemmel.


14 Mart 2010 Pazar

Roma Günleri 4




Dördüncü Gün (07 Şubat 2010)

Bugün Roma’daki son tam günümüz. Ve bugünün benim için 2 hedefi var. İlki Porta Portese’de kurulan pazarı ziyaret etmek ve diğeri de maça gitmek. Sonuçta bugün Pazar ve genel alışkanlıklardan kopmamak gerek J

Porta Portese bizim eski Salı Pazarı benzeri büyük bir Pazar. Pazar günleri kuruluyor ve sabah 6.30 ila 14.00 arası açık. Yani erken gitmek gerek. Bu sebeple erkenden kalkıp kahvaltımızı halledip yola dökülüyoruz. Özlem, Deniz, Nesli ile beraber saat 9.00 gibi sokaktayız. Sinem ile Utku sonra katılacaklar bize. Hava dehşet güzel. Güneş o kadar güzel ki insanın içini ışıtmak bir yana Roma’nın bütün güzelliğini gözler önüne seriyor. Gideceğimiz yer Trastevere’de yani nehrin öbür yakasında. Havanın güzel olması ile yürüyerek gitmeyi tercih ediyoruz. Güzergahımızı Isola Tiberina adasından geçirerek gerçekleştireceğiz.

Kapıdan çıkar çıkmaz hemen karşıda bulunan kiliseye insanların girdiğini görüyoruz. Görkemli bir yapı ve içeri bir kafa uzatmanın kimseye sakıncası olmaz diye düşünüp 5 dakkalığına giriyoruz içeriye.

Sent’Ivo alla Sapienza imiş kilisenin adı. Geniş bir bahçe/avludan sonra kiliseye giriliyor. Borromini tasarlamış kiliseyi. Bizim gibi meraklı turistlerin yanı sıra içerde yapılacak ayin için gelenlerle birlikte avluda oturmuş resim çizen insanlara da rastlıyoruz. Bu resim çizme meselesine de biraz değinelim. Etraf o kadar çok tarihi ve aynı zamanda mimari ve de sanatsal eserle dolu ki yer yer bu eserlerin etrafında öbeklenmiş veya uzağına oturmuş önlerindeki kağıtlara gördüklerini en ince ayrıntısına kadar çizen genç yaşlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Bunların kimi öğrenci olurken kimi de burada rastladığımız gibi sanki Pazar günü bütün hafta bankadaki sıkıcı işinden bulduğu ilk boşluğu bu hobisiyle doldurmaya çalışan insanlar da olabiliyor. (Sanki dedim, bunu kaçırmayın. Tamamen akıl yürütme. Belki de iş icabı çizim yapan biridir. Bende uyandırdığı intibaa tamamen buydu J)


Ivo alla Sapienza

Kiliseden çıkıp kendimizi Tiber nehrinin kıyısına atıyoruz. Nehir kenarında bir apartmana asılı bir pankart ve de aşağıda çadır kurmuş protestocular dikkatimizi çekiyor. Sanırız evsizler için yapılan bir protesto eylemi. Biraz daha ilerleyince bir sinagog görüyoruz. Burası Roma’nın yahudi yerleşim bölgesiymiş. Biraz daha ilerleyince karşımızda Isola Tiberina yani Tiber Adası. Nehrin ortasında ufak bir adacık ve iki yakaya adayı bağlayan iki tane köprü. Adada bir hastane mevcut ve M.Ö. 293 yılına kadar uzanan bir tarihi mevcut. Köprü, (Ponte Fabricio) bulunduğumuz yer ile adayı yaklaşık 2000 yıldır birbirine bağlıyormuş. Umarız şimdi çökmez J Diğer taraftaki köprü de Ponte Cestio.

Tiber'in kıyısı

Ponte Fabricio

Nehrin karşı kıyısına geçince kıyı boyu oldukca uzun bir yolu yürüyoruz. Evet yol uzun ama hava güzel ve etrafta bakacak çok şey var. Esasında yol tam bisiklete binmelik. Düz ve uzun. Bunu fırsat bilen birkaç kişi biniyor ama insan daha fazlasını beklemiyor değil hani. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşle pazarın girişinde buluyoruz kendimizi: Porta Portese.


Pazar yolunda mola

Porta Portese

Bir yolun iki tarafına kurulmuş tezgahlar, sıra sıra dizilmiş. Bizdekileri aynısı. Çizme, ayakkabı, ceket, çanta, tshirt, korsan kitap, korsan cd, kazak, gömlek, kürk... aklınıza gelecek herşey var ve de Gucci, Dolca Gabana.... her marka ve de 3-5-10 Euroya. İnanılmaz gibi geliyor ama benim de aklım almıyordu zaten bütün italyanlar o kadar markayı nasıl giyiyor deyi, meğer buradan giyiniyorlarmış J


Pazarda en ilgimi çeken tezgahlardan biri de korsan kitap tezgahları oldu haliyle. Ve burada basılmış bulunan büyük boy Tex ciltleri. Tanesi 3 eurodan satılan ve renkli basılan bu ciltleri inanılmazdı. Korsanı basılıyorsa satışları iyi olsa gerek.



Tex'in korsanı

Pazar gittikçe gidiyor. Tam seyrekleşiyor birazdan bitiyor diyorsunuz ilerde yeniden yoğunlaşıyor. Artık yorgunluk ve açlık iyice kendini hissettirince bir yerde oturma ihtiyacı kendini gösterdi. Bizimkiler oturunca ben biraz daha ilerlemeye karar veriyorum. Ve gidebildiğim yere kadar gidiyorum ama bu pazarın sonu yokmuş gibi geliyor. Gerçi bit pazarı deniyordu ama tezgahlar genellikle hep aynı ürünlerle dolu. Tam geri dönmeye yeltenecekken antikaların olduğu bölümü görüyorum. Biraz dolanıp geri dönüyorum ama dönmesi de uzun sürüyor.

Dönüş esnasında Sinem ile Utku’ya rastlıyorum. Ve başlıyoruz bizimkilerin oturduğu yeri aramaya. Uzunca bir arayışın sonunda buluyoruz. Açık havada, şahane bir müzik eşliğinde oturuyorlar. Bu mekanı mutlaka yazmalıyım. İsmi Faenas Cafe. Bu da web sitesi www.faenascafe.com . Alternatif bir mekan görüntüsü var ve bu da son derece huzur verici. Cafenin iç kısmında kurulan tezgahlar sanki pazarın devamı görüntüsü veriyor ama tezgahlarda satılan ürünlerin pazarla alakası yok. Ve de burada satılan bir çöp şiş var ki, eskiden Bodrum’a giderken Selçuk’da durulunca yenen çöp şiş vardı. Şimdikiler gibi değil ama, bambaşkaydı. Sanırım o çöp şişler Roma’ya göçmüşler ve de burada çalışıyorlar artık. Bu ne güzel bir çöp şiş allaaam, yanında bira ile birlikte hele. Ve fiyatlarda acayip makul. Roma’ya giderseniz buraya mutlaka gidin.

Faenas Cafe'de mutlu insanlar ve çöp şiş, bira keyfi

O kadar mayışmışım ki saatin farkında değilim. Maçım 15.00’de başlayacak ve ben 14.00 gibi orada olmayı planlıyordum. Yani 13.00 gibi yola çıkmayı. Ama şu an saat neredeyse 13.30 ve ben daha yola çıkmadım. Hemen bizimkilerle sözleşip başlıyorum koşmaya. Pazarın çıkışında tramvay durağı var. Ama çok kalabalık. Ve Pazar o kadar ters tarafta ki. Hemen düşünmem gerek. Ve yürümeye karar veriyorum. Başka bir durağa. Oradan gelen ilk tramvaya binip nehrin öbür yakasına geçiyorum, Arjantin Meydanı. Oradan tekrardan biniyorum ve Vatikan kenarından Piazza Risorgimento. Burası 2B’nin kalktığı yer. Yanda da bir otobüs var. Numarası gözükmüyor. Tam soracakken tramvay hareket ediyor. Ani bir kararla atlıyorum tramvaya. Ve otobüsün yanından geçerken görüyorum numarasını, 2. Neyse otobüs boş ve kalkmıyor. Etrafta da maça giden görünümlü kimse yok. Bu 2B’nin güzergahını biliyorum en azından ve maça yetişmek için yeterli vaktim var. Tam tramvayın yön değiştirdiği yere gelmişken 2 numara yanımızdan geçiyor ve dümdüz stada doğru seyirediyor. İçi ağzına kadar dolu ve herkesde atkı, şapka, maça gidiyorlar. Üff, içimi bir sıkıntı kaplıyor. Neyse istifi bozmadan devam ediyorum yola. Kısa sürede 3 vasıta değiştirip yola devam ediyorum ya, resssmen Roma’lı gibi oldum diyorumJ

Tramvaydan son durakta iniyorum. İnen herkes bir yöne gidiyor, haliyle ben de. Karşıda Stadio Olimpico yani Olimpiyat Stadı. Maça ilişkin gördüklerimi ‘Futbolun Hacıları’ başlığında yazacağım için burada çok girmiyorum o konulara ve maç sonunda aynı yoldan geri dönerek yeniden kendimi 2B’ye atıyorum.

Bu sefer gideceğim yer Pantheon. Bizimkilerle orada buluşacağız. Tramvayın nehri geçme yerine geldiğinde iniveriyorum. Biraz ilerde Piazza Del Popolo var. Ve ben o meydanı görmedim. Oradan aşağı yürüyerek gidebilirim buluşma yerine.

Popolo Meydanı

Meydana geldiğimde hava yavaş yavaş kararmakta idi. Ne acı, ertesi gün aynı saatlerde evde olacağız. Hüzünlü bir şekilde meydane giriyorum ama meydanda bir curcuna. Sabahtan beri etrafta gördüğüm çeşitli kostümler giymiş çocuklar vardı. Şimdi bu meydanda (sonra öğrendiğime göre Navona’da da) bir sürü kostümlü çocuk yanlarında ebeveynleri, ortada dans eden kostümlü tiyatrocuları izliyorlar. Meydan çok güzel ve bu kostümlü şenlikle bambaşka bir havaya bürünmüş. Sanırım 23 nisan benzeri çocuk günü bugün ve etrafta koşturan çocuklar çok mutlu. İnsanın içini ısıtan bir görüntü. Meydanın ortasında her yerde olduğu gibi bir dikilitaş var. Yaklaşık 3000 yıllık olan bu dikilitaşın hemen arkasında ikiz Santa Maria kiliseleri ve Meydanın girişinde iç tarafı Bernini’ye dekore ettirilmiş bulunan büyük kapılar olan Porta del Popolo bulunuyor.


Popolo meydanı, dikilitaş ve ikiz Santa Maria kiliseleri

Arkada Porta del Popolo

Bu hoş meydanı arkamda bırakıp kararan havada elimdeki haritaya bakarak Pantheon’a doğru ilerliyorum. Tam buluşma saatinde oradayım ve bu sefer Pantheon’un önündeki meydanda yerdeki teybinden çalan parçalara güzel sesiyle eşlik eden bir tenor var. Bizim kahve dükkanının orada da son derece güzel çalan bir caz grubu mevcut. Akşam üzerleri belli bir saate kadar bu meydan çok hareketli ve güzel. Kimbilir yaz ve bahar aylarında nasıldır. Görmek lazım.


Pantheon meydanındaki caz grubu

Neyse beklenen buluşmayı gerçekleştiriyoruz. İstikamet son akşam yemeği J

Kendimize, sancılı bir arama sürecinden sonra bir yer buluyoruz. Siparişlerimizi beklerken gittikleri yerlerin hikayesini dinliyorum. Popolo’nun yakınlarında bulunan Pincio Bahçeleri ile Colloseum’un arka tarafında bulunan müzik aletleri müzesine gitmişler. Bunların hikayelerine de onlardan bekliyeceğiz artık.

Yemeğimizi yedikten sonra evimize, bavullarımızı toplamaya gidiyoruz. Heyhat, gidecekmiyiz, gidemiyecek miyiz derken dönüş hazırlıklarına bile başladık ya.

4 güne rağmen görmediğimiz hala birçok yer mevcuttu Roma’da kalan kısımlar da artık bizi bağışlasın.

Bakalım bir daha görebilecek miyiz seni Roma!

Ve Dönüş (08 Şubat 2010)

Geceden hazırladığımız bavullarımız ve kalan son kahvaltılıklarımız ile başbaşayız. Saat 11 gibi shuttleimiz gelecek ve bizi havaalanına götürecek. Son bir kez aşağıya inip etrafa bakınıyorum. Kapının önünde bekleyen minibüs ile gözgöze gelince bizi beklediğini anlıyorum.

Zaten hazır olan bavulları aşağıya indirip biniyoruz minibüse. Artık dönüş yolundayız ve güzel bir geziyi sonlandırıyoruz. Yol boyu şoför ile laflıyoruz. Kendisi Roma taraftarı ve konu haliyle futbol. Fenerbahçe, zico, lazio filan derken kendimizi havaalanında buluyoruz.

Check in filan derken uçağın kalkış saatini beklemeye başlıyoruz. Kalkış için olmamız gereken kapıda ve otobüsteyiz. Otobüs dolu ve hava sıcak. Uçağın yayına geldik ama kapılar açılmıyor. Herkes bekliyor. Bir karışıklık varmış ve hekesten bavullarının hangisi olduğunu bulmalırın istiyorlar. Sinir bozucu bir bekleyiş ve suçlu muamelesi ile geçen 1 saatlik bir rötarımız var. Ama uçağımız herşeye rağmen tam saatinde Sabiha Gökçende oluyor ya, şaşırıyoruz. O sıcak havadan burada karanlık bir akşam üstüne inmek çok zor oluyor.

Bakalım sırada neresi var?